KATHARSİS HÂLÂ MÜMKÜN
Paris’teki La Colline Ulusal Tiyatrosu’nun sanat direktörü Wajdi Mouawad, yazıp yönettiği ve oynadığı tek kişilik oyunu Yalnız’ı 21. Tiyatro Festivali kapsamında Kasım ayında İstanbul’da sahneledi. Melike Saba Akım, “Robert Lepage’a bir saygı duruşu” olarak tanımadığı Yalnız’dan yola çıkarak, Wajdi Mouawad’ın estetiğindeki Robert Lepage izlerini ve ikilinin tiyatro anlayışlarındaki paralellikleri yazdı.
KATHARSİS HÂLÂ MÜMKÜN1
Melike Saba Akım
Aralık 2017
İKSV’nin bu yıl 21.’sini düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nin benim için en heyecan verici ismi, festival programını öğrendiğim andan itibaren Wajdi Mouawad’tı. Yazdığı, yönettiği ve tek kişi olarak oynadığı Yalnız (Seuls) ile İstanbul’a geliyordu ve benim için işin daha da enfes kısmı oyunun Robert Lepage ile olan bağıydı. Tezini Lepage üzerine yazan bir doktora öğrencisinin öyküsünü izleyecektik sahnede.
Söz konusu Robert Lepage olduğunda, biraz kişisel hikâyemden bahsetmem gerektiğini hissediyorum, şimdiden mazur görünüz. Yakınlarım iyi bilir, henüz hiçbir oyununu canlı izleyememiş olmama rağmen, çok sevdiğim bir tiyatro insanıdır Robert Lepage. 1994’te kurduğu ve olgunluk dönemi işlerini ürettiği tiyatro grubu Ex Machina’nın tur programını senelerdir periyodik aralıklarla takip eder; Avrupa’ya turneye geldikleri dönemleri kendi programıma denk getirmeye çalışır dururum. Fakat Lepage ile aramda tuhaf bir lanet olduğuna inanmaya başladım artık. Hatırlanırsa geçtiğimiz yılki festivalin ağır topu son ana kadar Needles and Opium ile Lepage idi; oyun tıpkı Mouawad’ın Yalnız’ı gibi Lepage’ın yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir solo performanstı ve ilk gösteriminden 20 yıl sonra -bu kez başrolü Marc Labrèche’a devredilerek- tekrar sahnelenmekteydi. Dört ya da beş yıl öncesinde, Lepage üzerine uzun süre çalışmış ve bir makale hazırlamıştım; makalenin son bölümündeyse Needles and Opium’u incelemek istiyordum. Pek tabii oyunu izlemeden makale yarım sayılırdı ve yayına veremezdim (hâlâ yarım ve yayınlanmadı çünkü festivalin başlamasına kısa bir süre kala oyun iptal edildi).
Wajdi Mouawad’a geri dönelim, basın bülteninde yer alan oyun fotoğraflarından açıkça anlaşılıyordu ki ziyadesiyle Lepage’vari bir yapımla karşı karşıyaydık. Yalnız’ın Lepage referansları benim için yeterince heyecan vericiydi. Fakat belirtmek gerekiyor, oyuna elbette salt Lepage hayranlığım yüzünden heyecan duyuyor değildim, bu Wajdi Mouawad’a haksızlık olurdu. Lübnan asıllı, bir dönem Quebec’te, şimdiyse Fransa’da yaşayan Mouawad çağdaş Batı tiyatrosunun en özgün isimlerinden biri. Tiyatro kariyerine doksanlı yılların başında Théâtre Ô Parleur’da kendi yazdığı oyunları sahneye koyarak başlayan yazar, özellikle 2000’lerden itibaren ürettiği işleriyle çağdaş tiyatronun öncü yönetmenleri arasında yerini aldı bile. Mouawad’ın dünya çapında tanınmasını sağlayan Le Sang des Promesses (Kan Yeminleri) dörtlemesi bugün Fransız dramatik yazınının klasikleri arasında sayılıyor. 2011 - 2016 yılları arasında Sofokles tragedyalarını uyarlayan (diyeceğim ama hayır, yeniden yazan) Mouawad, geçtiğimiz yıl Paris’teki La Colline - Théâtre National’in sanat yönetmenliğine getirildi.
Mouawad’ı çağdaşları arasında bu kadar özgün kılan şey sanıyorum dramatik yazın geleneğini, dışına çok da çıkmadan sürdürüyor olması. Tiyatronun metne sırtını döndüğü bir yüzyılda kendini tiyatro yönetmeni olarak değil de öncelikle oyun yazarı olarak tanımlaması, anlatıdan asla vazgeçmemesi. Dili sorunsallaştırması, dile rağmen ve dilin içinden yazması. Öte yandan çağdaş Fransız tiyatrosunu diğer Batılı geleneklerden ayrı kılan bir durum bu. Fransız geleneğinin tam olarak metne sırtını dönmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Uzun monologlar, tek kişilik oyunlar Fransız sahnelerinden hiç eksilmedi, Koltes’i ve Ormanlardan Hemen Önceki Gece’yi düşünün. Fakat biçimsel olarak konvansiyonun dışına taşma hali hep sürdü. Ormanlardan Hemen Önceki Gece’nin klasik bir dramatik metin olmadığı aşikârdı zira karşımızda tek solukluk bir cümleden ibaret ve buna rağmen müthiş performatif bir metin vardı. Şuraya gelmeye çalışıyorum, Mouawad bu türden biçimsel sapmalara yönelmeden, anlatısını dramatik konvansiyonun içinden kurmakta. Dolayısıyla zoru başarıyor, günümüz tiyatro seyircisini ara vermeden, 120 dakika boyunca kıpırdamadan oturtmak ne kadar mümkün? Festivalde izlediğimiz Yalnız çok açık bir biçimde gösterdi ki Mouawad bunu seyirciyi hiç sıkmadan başarıyor. Yine kişisel bir itiraf: Konvansiyonel biçimde sahnelenen dramatik bir metin izlediğimde çok sıkılıyorum. Mouawad tiyatrosu bana sahnede dramatik bir anlatı kurmanın bugün hâlâ işleyebileceğini ve hatta katharsis’in bugün hâlâ mümkün olduğunu gösterdi. Peki nasıl? Bu sorunun cevabı bizi Mouawad ve Lepage arasındaki ortaklığa çıkaracak.
Mouawad’ın Lepage’dan ciddi ölçüde etkilendiğini, kendi sahne dilini, tiyatro estetiğini oluştururken Lepage’ın izinden yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz. Yalnız da adeta Mouawad’ın Lepage’a bir saygı duruşu olarak tasarladığı bir gösterimdi. Çünkü Mouawad oyunun merkezine Lepage üzerine çalışan bir doktora öğrencisini yerleştirmenin ötesine geçmiş, tüm bir mise-en-scène’i tıpkı Lepage gibi sinematografik bir estetik üzerinden şekillendirmiş. Sinematografi meselesine döneceğim, öncesinde şu var: mise-en-scène Lepage’ın çok önemsediği bir konu. Solo işlerinden The Far Side of the Moon (Ayın Karanlık Yüzü) adlı gösteriminin kataloğunda şöyle söylüyor:
Kendimi bir tiyatro yazarı olarak görüyorum, mise-en-scène’i “yazmanın yollarından biri” olarak algılayan bir tiyatro yazarı. Örneğin bu işte, mise-en-scène’deki fikirler aktörlerin repliklerini dönüştürüyor, replikler de mise-en-scène’i... Sürekli biri diğerini yönlendiriyor... Yaratım ediminde ilgimi çeken şeyse şu: Bir uzamı birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan nesnelerle dolduruyorsunuz ve tüm bu nesneler orada oldukları için, hepsi aynı kutuya doldurulmuş olduğu için gizli bir mantığı fark ediyoruz, tüm bu nesnelerin düzenlenişinin mantığını. Yapbozun her bir parçası sonunda kendi yerini buluyor.
Mouawad’ın da oyunlarını klasik yöntemle yazmadığı, prova sürecinde oluşturduğu biliniyor. Özellikle provalar esnasında metin artıyor, eksiliyor, değişiyor, dönüşüyor ve tıpkı Lepage’daki gibi “her bir parça sonunda kendi yerini buluyor”. Fakat metin dediğimizde akla salt oyun metni gelmemeli, oyuncuların ya da dansçıların hareketlerini, sözlerini, aksiyonu, seyirci katılımını, sesi, ışığı, dekoru ve tüm diğer teknik ve multimedya efektlerini kapsayacak çok daha geniş bir küme olarak düşünülmeli burada metin. Dolayısıyla bu metni oluşturmak ya da mise-en-scène’i oluşturmak aynı yere çıkıyor. Lepage bu yüzden -tıpkı Mouawad gibi- kendini öncelikle bir tiyatro yazarı olarak görüyor, mise-en-scène’i de bir tür yazma biçimi. Yönetmenin pozisyonuysa Lepage’a göre gösterimin her bir parçasını ait olduğu yere oturtan, tüm bu yapıyı düzenleyen bir editörden farksız: Parçalayan, bozan ve tüm parçaları bir seçki dâhilinde bir araya getiren kişi. Bu durumda yönetmen sahnede farklı medyaları kullanarak yeni bir dil oluşturan kişi; mise-en-scène ise tek bir kutuya doldurulmuş ve birbirleriyle ilişkisi bulunmayan nesnelerin nasıl düzenlendiğine dair bir dizge.
Tıpkı dilin kendi içinde kurallarının, bir gramerinin olması gibi gösterim dizgesinin de kendi içinde, örtük bir mantığı vardır ve Lepage’a göre yönetmen her şeyden önce “tiyatronun kendi dilini” kullanarak yazan bir yazardır. Lepage ve Mouawad arasındaki bir diğer ortaklığa geliyoruz böylelikle: Dil sorunsalı. Mouawad Lübnan’daki iç savaş yüzünden 9 yaşında ailesiyle birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor; önce Fransa’ya, sonra Kanada’ya göç ediyorlar. Kimliğini, dilini sürekli olarak yeniden kurmak zorunda kalan, aidiyet duygusunu yitirmiş bir yazar. Anlatmak gerek, ama hangi dilde? Lepage ise Kanadalı, doğup büyüdüğü Quebec’te hem Fransızca hem İngilizce konuşuluyor, çocukluk ve gençlik yılları Quebec’te frankofon ve anglofon kültürlerinin çatışmasından doğan milliyetçi politikaların, tutucu ideolojilerin farkındalığıyla geçiyor ve Lepage küçük yaştan itibaren dil üzerine düşünmeye başlıyor. Anlatmak gerek, ama hangi dilde? Lepage’a göre dil, bir ifade aracı olarak her koşulda kifayetsiz. Ancak sanat bu aşamada yaşadığı şehrin ve konuştuğu dil(ler)in sınırlarını aşabildiği bir anlatım aracı, bir kaçış noktası olabilir. Böylece tiyatro serüveni başlıyor.
Dilin içinden, onu kullanarak ama onun dışına taşarak yazmak. Dili aşarak bir anlatı kurmak. Tiyatronun kendi dilini, zamanın ve uzamın da dışına taşarak oluşturmak: Coğrafyayı aşmak, kimliği geçersiz kılmak. Tüm bunlar Mouawad için de başlangıç noktası, dolayısıyla Lepage’ın tiyatronun tüm etmenlerini (ve ötesini) kullanarak kurduğu zamanlar/mekânlar-arası/ötesi anlatısını, teatral dilini, kendi motivasyonuna çok yakın buluyor olmalı Mouawad.
Lepage, sinemanın olanaklarından faydalanarak sahnede tıpkı bir büyücü gibi, bir ortamı başka bir uzama, bir nesneyi başka bir mekâna çevirebiliyor. Eski bir kitap yığını sahnede birdenbire New York şehrinin siluetine, sıradan bir kurutma makinesi bir uzay aracının girişine dönüşebiliyor. Dekor ve multimedya yoluyla yaratılan bu mekânsal sıçramalar/uzamsal dönüşümler, Lepage tiyatrosuna sinematografik diyebileceğim bir estetik boyut katıyor. Seyircinin, bir tiyatro sahnesinde görmeye alışkın olmadığı fakat sinemadan oldukça aşina olduğu bu anlatım dilinin büyüsüne kapılmaması imkânsız. Vakti zamanında, bundan yüz küsur yıl önce natüralist sahnelemenin seyircide uyandırdığı hayranlığı düşünün, seyircinin sahnede kurulan gerçekliğin büyüsüne kapılmaması imkânsızdı. Natüralist sahneleme bugün artık konvansiyonel tiyatronun en alışıldık tasarımı, dolayısıyla seyirci tiyatroya “tiyatroya özgü bir tasarımla” karşılaşacağını umarak gidiyor. Lepage sahnesi ise seyirciye tiyatrodan beklentisinin çok ötesinde bir anlatı evreni kurmakta. Müzisyen Peter Gabriel, Lepage’ın “tiyatro sevmeyen insanlar için tiyatro yaptığını” söylüyor bir röportajında. Bu çok yerinde bir saptama; çünkü günümüz insanı sinemanın anlatım diline alışkın, (konvansiyonel-natüralist) tiyatronunkine değil. Konvansiyonel bir mise-en-scène seyirci için çarpıcı değil. Lepage sahnesinde kurulan evren ise natüralist bir sahnelemenin aksine onu büyüleyebilir nitelikte.
İşte Mouawad, Yalnız’da anlatısını bu türden bir Lepage’vari estetik üzerine inşa etmiş. Dekor ve multimedya kullanımı ile bir çalışma odasının penceresi birden bire bir fotoğraf kabinine, çalışma odası bir yoğun bakım odasına, yoğun bakım odası bir otel odasına ve otel odası oyun kişisinin iç dünyasına, logos öncesi insan arketipine (hatta en nihayetinde bir resme) dönüşüyor oyunda. Seyirci böylesi bir estetiğin büyüsüyle sarhoş, tıpkı Lepage tiyatrosunda olduğu gibi sahnedeki anlatıya kapılıp gidiyor. Öte yandan Mouawad’ın anlatısı Antik Yunan referansları üzerine kurulu; fakat “trajik olan” günümüz dünyası üzerinden seyirciye müthiş bir yalınlıkla aktarılıyor. Yalnız’ın finalindeki twist’in tüm seyirciyi nasıl sarstığına, bilgiden bilgisizliğe geçiş anına ve devamındaki pathos’un seyirciye nasıl geçtiğine şahit olduktan sonra bugün izleyebileceğimiz herhangi bir Kral Oedipus uyarlamasında trajedinin etkisine bu kadar kapılır mıydık emin olamıyorum. Bir itiraf daha: Mouawad bugünün seyircisine gerçek bir katharsis yaşattı, kendimi Antik Yunan seyircisi gibi hissettim.
Son söz, son itiraf: Mouawad’ın Yalnız’ını izledikten sonra gerçekten endişe duyuyorum. Çünkü -korkarım ki- sahnede izlediğim şey, Lepage tiyatrosunun da ötesindeydi.
1 Bu yazı, Art Unlimited’da yayınlanmıştır.
Daha fazlasi icin..