CAN KIRIKLARINDAN BİR EV: IBSEN EVİ
CAN KIRIKLARINDAN BİR EV: IBSEN EVİ1
Özlem Hemiş
Eylül 2017
Fotoğraf: Jan Versweyveld
Gönlünün tiyatrosunu bulup huzura ermiş bir seyirci olarak, yeni tanıştığım bir yönetmenin 3 saat 45 dakika boyunca saate baktırmadan sahneye kilitleyen lezzetli oyununu sizlerle paylaşmak isterim. Yeni kuşak yönetmenlerden Simon Stone’un Toneelgroep Amsterdam çatısı altında yazıp yönettiği Ibsen Evi, aile kavramını klasikler üzerinden hunharca ele alan, hınzır yönetmen Michael Thalheimer’ın (Emilia Galotti, Oresteia, Medea, Tartuffe) işlerinden sonra gördüğüm en ısırgan çalışma.
Aile derken, ahlak normlarıyla şekillendirilen toplumsallığın en küçük biriminden ve buradaki ikilemlerin insanın doğasını paralamasından; toplumun modernleşmesine tepki olarak yayınlanmış risalelerin vaaz ettiği üzere annenin itaatkâr hizmetiyle dönen, neredeyse tanrısal bir imge olan babanın çatısı altında çocukların birer birey olarak kendilerini gerçekleştirmelerine zemin olacak o evin sakinlerinden söz ediyorum. Sakin deyişim lafın gelişi… Protestan ahlakın biçimlendirdiği burjuva yaşamı bizlere de çok tanıdık gelen bir formda, kabaca misafir odası sendromu ile açıklanabilecek bir yaşam. Dışarıya karşı aile adını ve imgesini koruyan bir tablo çizilirken “kol kırılır yen içinde kalır”. Stone’un Ibsen Evi Lizzie Clachan’ın çok yerinde tasarımıyla şu meşhur yenin içinde kalanlara bizleri tanık kılıyor.
Avignon Festivali’nin kullanımına açılmış olan Cour du Lycée Saint-Joseph’in bahçesine yerleştirilen şık bir yazlık ev oyunun başrolünü üstleniyor. Sadece çekirdek aileyi değil, ailenin diğer fertlerini de aynı mekânda buluşturmaya elverişli ortam bu şekilde oluşuyor. Ailedeki mimarların çatışmasının bu alımlı yapının inşası sırasında su yüzüne çıktığını anlıyoruz. Gerçek boyutlarıyla, asma katlı, üç oda bir salon ve mutfaktan oluşan, neredeyse tümü camdan inşa edilen bu ev, oyunun kalbini oluşturduğu gibi bir bellek mekânı olarak da kullanılıyor. Her bir oda hikâyenin bir yönünü bütünleyen anılarla yüklü. Bu nedenle tüm odaları görebilmemiz için ev, kendi ekseni etrafında dönüyor. Hikâye, ailenin bugünü için belirleyici olan pek çok tarihe insan belleğinin işlediği gibi sıçramalı olarak açılıyor. Bu sıçramalar aynı zamanda aile yaşantısına sinmiş olan gündelik yalanları soyarak çekirdekte yatan büyük acılara, iyileşememiş yaralara doğru yol alıyor. Geçmişin aydınlandığı bir doruk noktasında oyuna ara veriliyor ve seyirci döndüğünde, o pırıltılı cam evi inşaat halinde buluyor. Hikâye bu kez evin ilk inşasındaki sorunlarla, evin büyük sırrının kurbanı ve aile içi tacizin mağduru olan genç kadının evi tadilata sokmasının arka planı ile bugünü arasında gidip gelmeye başlıyor. Hesaplaşmanın hız kazandığı ikinci perdede final, neredeyse kangren olmuş bir uzvun kesilmesi gibi bir nihayete eriyor. Stone, Henrik Ibsen’in düş kırıklığı ve çürümeyle inşa edilmiş yuvaların kuşaklar boyunca varlıklarını korumasına karşın ailelerin burada kendi sistemlerinin ve işlevsizliklerinin tutsaklarına dönüştüğünü göstermekte olduğunu söylüyor. Genç kadının finalde evi yakması bu döngüyü kırmaya yönelik bir çaba. Ne de olsa tonton görünümlü sıkı anarşist Ibsen’den feyz alıyor oyun; devletten aileye, yalanla yürüyen tüm kurumların kökten yok edilmesi gerektiğini düşünen bir yazardan…
Klasikleri naftalinlerinden silkelemek eski bir tiyatro sporudur ancak Stone’un yöntemi salt bir nostalji, bir repertuvar misyonu ya da star oyuncu parlatmak olmadığı için hedefine ulaşıyor. Ibsen Evi, klasiklerin insanlık durumunu sorgulayan güçlü yapıları ile hesaplaşmayı seven yönetmenin Ibsen ile ilk buluşması değil. Sanatçı, kırık hayat hikâyelerinin büyük yazarı Ibsen’in Yaban Ördeği’ni 2013’te sahnelemiş, aynı oyunu The Daughter (2016) adıyla filme çekmiş. Ekip Ibsen Evi projesinde, yazarın Hortlaklar, Bir Halk Düşmanı, Nora: Bir Bebek Evi, Yapı Ustası Solness, Küçük Eyolf gibi metinlerini okuyarak çalışmaya başlamış. Sahne metni, Ibsen karakterleriyle Stone’un kendi hayat hikâyesindeki kişilerin birleşen yönlerine oyuncuların doğaçlamalardaki katkılarının eklenmesiyle oluşmuş. Bu yöntemin oyun kişilerini canlı kıldığını düşünen Stone, oyundaki soyağacını ve hikâyeyi bugünün oyuncularının, bugünün karakterlerini geliştirip olgunlaştırdığı bir Ibsen mitolojisi olarak nitelendiriyor.
Avusturalya asıllı, 1984 İsviçre doğumlu olan Simon Stone dünya tiyatrosunun parlamakta olan yıldızlarından. Temmuz’da gerçekleştirilen 71. Avignon Festivali’ne ilk kez katılan sanatçı, bu yılki programın en beğenilen oyunlarından birinin yaratıcısı olarak gelecekte de Avrupa’nın önemli sahnelerinde yer alacak gibi görünüyor.
1 Bu yazı, Eylül 2017’de Milliyet Sanat’ta yayınlanmıştır.
Okura not 1: 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Toneelgroep prodüksiyonu olan Merhametliler’de izlediğimiz Hans Kesting burada da eksen rollerden birinde.
Okura not 2: Önümüzdeki sezon Toneelgroep Amsterdam özellikle klasiklerin yorumlarını takip eden seyirciye imrendirici seçenekler sunuyor: https://tga.nl/en/calendar
Okura not 3: Oyundan İngilizce alt yazılı bir tadımlık: https://youtu.be/kAI16GBmJn