‘KUŞ ÖLÜR, SEN UÇUŞU HATIRLA’

‘KUŞ ÖLÜR, SEN UÇUŞU HATIRLA’

‘KUŞ ÖLÜR, SEN UÇUŞU HATIRLA’1

Rengin Uz

Kasım 2019

Kadıköy, Moda Sahnesinde matinedeyiz. Sanki kadınlar matinesi! Önüm arkam sağım solum hep kadın. Birazdan, bir kadının hikâyesi anlatılacak bu sahnede. Yaşadığı coğrafyada her türlü baskıya, erkek egemenliğine başkaldırmış, ölüsüne bile tahammül edilememiş İranlı büyük kadın şair Furuğ Ferruhzad’ın şiirle biçimlenmiş, aşkla ve sanatla yoğrulmuş, acılarla sınanmış kısacık hayat hikâyesine tanıklık edeceğiz. Prodüksiyonunu Poyraz yapımın üstlendiği ‘ Yaralarım Aşktandır’ oyununu, Furuğ Ferruhzad’ın şiirlerinden ve yaşam öyküsünden hareketle, edebiyat dünyasının sevilen ve çok okunan yazarlarından Şebnem İşigüzel kaleme almış. Yönetmen, geçtiğimiz tiyatro sezonlarında başarılı yapımlarla adından söz ettiren Berfin Zenderlioğlu. Furuğ rolünde, ‘tiyatro yapsa da izlesem‘ dediğim Nazan Kesal var.

Furuğ Ferruhzad (1935-1967) gencecik yaşında trafik kazasında kaybediyor hayatını. Oyun; mollaların, ‘lezzet dolu günahlardan’ söz eden bu kâfir şair kadının cenaze namazını kıldırmayı reddetmelerinden sonra, toprağa emanet edilmeyi beklediği iki gün içinde geçiyor. Yaşarken kimseye boyun eğmemiş Furuğ, ölüyken mi boyun eğecek! Dili şiir olan, hayatını hep arafta yaşamış olan kadın yaşamla ölüm arasında, geri dönüşlerle bugünlere nasıl geldiğini anlatıyor. Hayatının şiirini paylaşıyor seyirciyle. Onun yaşadığı, baskıcı, feodal, gerici coğrafyada, Şah Rıza Pehlevi’nin diktatörlüğü altında kadın olarak kendi kimliğini oluşturmak zaten yeterince zordu. Toplum kurallarına ve hür türlü baskıya ‘Şiiriyle’ başkaldıran, otoriteyle kavgası bitmeyen Furuğ’un işi ise hiç kolay değildir. 20.yüzyıl Fars şiirinin en önemli kadın şairi, 1935 yılında Tahran’da dünyaya gelir. Şahın askeri olan babası çok otoriter bir adamdır. İlk şiirini ilkokulda yazar. İran rejiminin kadınlara uyguladığı ayrımcılığı eleştirir, kadın haklarını savunur, Henüz 16 yaşında, kendisinden çok büyük olan, İran’ın önde gelen isimlerinden Pavez Şapur’a âşık olur, evlenirler. Bir karanlık evden başka bir karanlık eve gider. Baskılar biçim değiştirerek sürer. Otoriter babanın yerini koca alır. Oğlunun doğumu da evliliğini kurtaramaz. Şiir, onun nefesi, özgürlüğü, aşkı, tutkusu, varoluş nedenidir. Şiir yoksa özgürlük de yoktur. Nefes alamayacak duruma gelince boşanırlar ve kocası bir anneye verilebilecek en ağır cezayı verir: Furuğ, Kamyar’ı, biricik oğlunu bir daha hiç göremeyecektir.

Şiire sarılır yeniden Furuğ, oğluna duyduğu derin hasret, Tahran’ın akasya kokulu sokaklarına duyduğu derin hasret içini yaksa da şiirin ateşi vardır, şiirin isyanı vardır onu güçlü kılan, dik durmasını sağlayan. Şiirleri erotik bulunduğu için sansüre uğrar. Şiir yazamadığı dönemlerde yaşamını, yazarlık, gazetelerde editörlük yaparak kazanır. Yazar ve yönetmen İbrahim Gülistan’la tanışması ona yeniden hem aşkın hem sinemanın büyülü kapısını açar. Kara Ev belgeselinin çekimi için gittiği cüzzamlılar evinde Hüseyin adında bir çocuğu evlat edinir. Düzene, sadece şair olarak değil, oyuncu, yazar, yönetmen, ressam kimliğiyle de başkaldırır.

Güçlü Bir Dayanışma

Edebiyat dünyasına 19 yaşında ‘Hanene Ay Doğacak’ adlı öykü kitabıyla parlak bir giriş yapan gazeteci yazar Şebnem İşigüzel sağlam bir metin oluşturmuş. Yaralarım Aşktandır oyununun omurgasını, Furuğ Ferruhzad’ın, Yeniden Doğuş ile İnanalım Soğuk Mevsimin Başlancına adlı şiiri oluşturuyor (çeviri: Onat Kutlar ve Celal Hosrovşahi). Oyunda yer alan diğer şiirler; Kızıl Gül, Günah, Kuş Ölür, Gecenin Devi (çeviri: Haşim Hüsrevşahi). Oyun biyografik ama şiirler, bölünerek metinle uyumlu bir hale getirildiği için ne didaktik bir yanı var ne de şiir dinletisi gibi. Oyunun her anında, yazar, yönetmen ve oyuncunun güçlü dayanışması hissediliyor. Berfin Zenderlioğlu, minimalist bir reji olmasına belli ki özen göstermiş. Şiirsel bir imgeler dünyası yaratılmış. Her şey yalın ve sade. Biz sahnede, ölmüş ve gömülmeyi bekleyen, kısacık ömründe hep devrimci bir duruş sergilemiş bir kadını izlerken, onun isyanında, ezilmiş, anlaşılmamış, kendilerine biçilmiş kalıplardan çıkmalarına izin verilmemiş ama boyun eğmemiş bütün kadınların hüzünlü hikâyesini izliyoruz…

Nazan Kesal’ı sahnede ilk kez seyrettim. Uzun yıllar Diyarbakır ve Bursa Devlet Tiyatroları’nda oynadığı için yollarımız kesişmedi. Ödüllü filmlerin ödüllü oyuncusudur kendisi. Tahammülü zor dizilerde de bile kaliteli oyunculuğuyla fark edilir. Yönetmenin oyunu kavrayan yalın tavrı, Nazan Kesal’ın tüm oyunculuğuna, mimiklerine, jestlerine sinmiş. Güçlü olmak için çabalamayan, bağırıp çağırmadan güçlü bir yorum seyrettik. Furuğ’un isyankâr ruhundan fışkıran şiirini öylesine içten, öylesine usulca üfledi ki bize sahneden. Bir tragedya oyuncusu gibiydi sahnede. Hayran kalmamak mümkün değil. Masumiyeti de okudum gözlerinde, aşkı, nefreti, öfkeyi de… Bütün bunları, oyuna çok şey katan Cem Yılmazer’in tasarımı olan, tekerlekli bir masa (yerine göre yatak, musalla taşı belki kendi mezarı) beyaz bir çarşaf ve içi su dolu bir kova ve bir süngerle yaptı (kokuşmuş her şeyden arınmak ve bedenini kokmaktan korumak için silindi arada o süngerle). Füruğ’un değişken ruh hallerine değişen ışık tasarımı da Cem Yılmazer’e ait. Burçak Çöllü, müziğiyle destek olmuş bu cesur kadının hikâyesine. Kostüm tasarımcısı Natali Yeres, Nazan Kesal’a, askılı kombinezonun dışında kırmızı bir elbise giydirmiş. Bu isyankâr ruha tabii ki kırmızı yakışırdı!

Boğazım düğümlenmişti salondan çıkarken. Soğuk bir mevsimin eşiğinde, akasya kokulu Tahran sokaklarında, içinden şiir gelen, çiçeklerin sevişmesini düşünen kadını düşünüyordum. Koca koca adamlar yüzünden hep kadınlar çekmişti, hep onlar ezilmişti, hep onlar ağlamıştı, hep onlar ölmüştü. Ölmeye de devam ediyordu… Hem de kaç kez!

Yaşamımızda daha çok şiir, daha çok cesaret, daha çok sanat, daha çok ışık (Furuğ, Farsça ışık anlamına geliyor) olmalıydı…

1 Bu yazı, www.dirensanat.com’da yayınlanmıştır.