ELEŞTİRİYE ÖMRÜNÜ VEREN DERİNLİKLİ, İNCELİKLİ BİR YAZIN EMEKÇİSİ: AYŞEGÜL YÜKSEL

Hazır salgın nedeniyle, her şey durmuşken, tiyatrolarımız da zorunlu olarak “mola” vermişken, kitaplarını yeniden okumanın zamanıdır. Bir ömür harcanarak yazılmış olan bu kitapları okumak birkaç ayımızı almaz. Ama ömür vermeyi göze aldığımız tiyatromuza çağ atlatabilir…

ELEŞTİRİYE ÖMRÜNÜ VEREN DERİNLİKLİ, İNCELİKLİ BİR YAZIN EMEKÇİSİ:  AYŞEGÜL YÜKSEL

ELEŞTİRİYE ÖMRÜNÜ VERENDERİNLİKLİ, İNCELİKLİ BİR YAZIN EMEKÇİSİ:

AYŞEGÜL YÜKSEL

Hasan ERKEK

          Giriş

Eleştiri, en genel anlamıyla, “yapıt üzerine yazılan yapıt” olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla eleştirmen de bu işi yapan kişi oluyor. Böyle olması, eleştirmene bakışımızı belirlemekle kalmıyor bizi bir anlamda koşullandırıyor da. Herkes eleştirmenden birşey bekler oluyor. Hele de o bir tiyatro eleştirmeniyse... Tiyatroyu uğraş edinenler onun gelip oyunlarını seyretmesini, bununla yetinmeyip oyunları üzerine yazı yazmasını yapıtlarına övgüler düzmesini vb. beklemeye başlıyor... Yazılan eleştiriler de çoğunlukla onların kendi yaptıklarıyla ilgiliyse okunuyor. Değilse bir kenara itiliyor. Durumun böyle olduğuna nasıl rahatlıkla karar verebiliriz? Tabii ki gözlemlerimizden ve tiyatromuzun içinde bulunduğu durumdan hareket ederek. Tiyatromuz hakkında nitelikli eleştiriler yazılıyor, tiyatroyu uğraş edinenler de bunları okuyor, üzerinde düşünüp onlardan yararlanıyor olsalardı tiyatromuzun hali böyle mi olurdu? (Tabii bir tek eleştiriyle olmaz ama yine de az şey değildir eleştiri). Eleştirmenden hep kendileri hakkında, yaptıkları hakkında yazı yazması bekleniyor da… Peki ya onun yazdıkları hakkında, birinin çıkıp birşey yazması... Bu pek kimsenin aklına gelmiyor sanırım…

Öte yandan, ülkemiz, istikrarlı bir gelişim içinde değil. Gelişimi darbeler, buhranlar, çatışmalarla sürekli kesintiye uğruyor. Toz duman birbirine karışıyor. Gürültü çıkaranlar çok, iş yapanlar azdır bu tantanalı süreçte. Kimi ağır bedeller ödüyor, kimi gemisini yürütüyor. Tarihimizin en azından son altmış yılı böyle, maalesef…

Bütün bunlar olup biterken bazı emekçi insanlar, sessiz sedasız işlerini yapmayı sürdürdüler. Alçakgönüllü üretimleriyle hem kendilerine hem de çevrelerine, umut olmaya, moral vermeye devam ettiler. Bu dirayetli insanlardan biri de, emekli olduğu halde, köşesine çekilmeyip, ders vererek, kitap, makale, eleştiri yazarak tiyatromuza değerli katkılarda bulunan Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’dir.

Altmışyedi yıldır sabırla oyun izleyen, elli yıla yakın bir süredir, bıkmadan usanmadan, izledikleri üzerine eleştiri yazan Prof. Dr. Ayşegül Yüksel, sekseninci yaşına bastı. O günden bugüne, ikisi ortak olmak üzere, birbirinden değerli oniki kitaba imza attı. Ders verme, tez yönetme, seminerler, konferanslar verme uğraşı ise elli yılı aştı.

Hazır salgın nedeniyle, her şey durmuşken, tiyatrolarımız da zorunlu olarak “mola” vermişken, kitaplarını yeniden okumanın zamanıdır. Bir ömür harcanarak yazılmış olan bu kitapları okumak birkaç ayımızı almaz. Ama ömür vermeyi göze aldığımız tiyatromuza çağ atlatabilir…

  1. Kişisel Bir Bölümcük: Bir İletişimin 30 Yılda Mesleki Dostluğa Evrilmesi

O bizim “Ayşegül Hoca”mız olmadan önce, ben henüz lisede öğrenciyken, Ayşegül Yüksel adını Cumhuriyet’teki yazılarından tanıyordum. İlkokulu 80 darbesi öncesinde, ortaokulu ve liseyi ise, hemen sonrasında okuyan bir genç olarak bunu söylemem şaşırtıcı olmasa gerek. (Darbeyle siyasi partiler, sendikalar, çeşitli kurum ve kuruluşlar kapatılmış, yeniden açılmalarına izin verilenler bile büyük darbe almıştı. Ancak, kültür sanat alanı canlılığını koruyordu. Darbe, toplumun kılcal damarlarına kadar henüz işlememişti.) Liseyi okuduğum Tekirdağ’dan, hafta sonları İstanbul’a gidiyor, tiyatro oyunları seyrediyor, gazete ve dergilerde seyrettiğim oyunlar hakkında yazılmış eleştirileri okuyordum. Bugünün gençleri, belki bu satırları abartılı bulacaklardır. Ülkemizde karanlıkla kesilen aydınlık bir dönemin yaşandığının bilincinde olsalar da, o dönemi somut olarak kafalarında canlandıramayacakları için öyle düşünmeleri doğaldır. Yalnız lise öğrencilerinin değil, ortaokul öğrencileri arasında da (kuşkusuz hepsi değil) günlük gazete okuyanların bulunduğunu söylersem, eminim şaşkınlıkları daha da artacaktır. Ama o dönemi yaşamış olanlar sanırım dediklerimi onaylayacaktır.

1986’da, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünü kazandıktan sonra, ders aralarında, koridorda vakit geçirirken, entellektüel biri olduğu her halinden belli olan şık bir hanım, sık sık Sevda Hocanın (O sıralarda bölüm başkanı olan Prof. Dr. Sevda Şener) odasını ziyaret ederdi. Sevda Hoca onu uğurlarken, ayaküstü hararetli konuşmaları sigara dumanıyla aralanırdı. (Daha sonra isabetli bir karar alıp sigarayı bıraktığında, sağlığı için hepimiz çok sevindik). O ilgi çekici ziyaretçinin Ayşegül Yüksel olduğunu, yüksek lisans, doktora yapan arkadaşlarımız söyleyince, sanatçı bir aileden gelmeyen, Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropollerden birinde büyümeyen, sanat kültürü daha çok yazıdan ibaret olan biri olarak, isimle “şahsı” eşleştirebildim. Ayşegül Hocanın, Sevda Hocanın danışmanlığında doktorasını tamamladığını daha sonra öğrenecektik. Bununla birlikte, öyle pek hoca-öğrenci gibi durmuyor, iki meslektaş olarak kitap değiş tokuşunda bulunuyorlardı. Dediklerine göre, yapısalcılık, göstergebilim, eleştiri kuramları gibi bizi aşan dersler veriyordu.

Elbette, tanışmayı, ona çeşitli sorular sormayı, bilgisinden yararlanmayı çok istiyordum ama lisans öğrencileri olarak henüz pek “tıfıl”dık ve tanışmak için daha birkaç fırın ekmek yememiz, üst sınıflara gelmemiz gerekiyordu. Nitekim üçüncü ya da dördüncü sınıftayken, bize Brecht üzerine bir seminer verdi. Brecht’in tiyatrosunu anlatırken, “sınıfsallık”tan, “artı değer”den, “alt yapı ve üst yapı”dan söz etmesiyle dikkatimizi çekmişti. Bir an önce lisansımı tamamlayıp yüksek lisans ve doktora yapmayı, Ayşegül Hocanın da öğrencisi olmayı dört gözle bekliyordum. Başta Sevda Hoca olmak üzere, hocalarım da beni bu konuda yüreklendiriyordu. Derslerim zaten iyiydi. 1989’da, üçüncü sınıfta öğrenciyken Bedel adlı oyunumla “TRT Radyo Tiyatrosu Büyük Ödülü”nün ardından birkaç ödül daha alınca, kendime güvenim de pekişmişti.

1986’da, 25 kişi olarak girdiğimiz bölümü 1990’da ve Haziran döneminde (Eylül’e kalıp bitirenler de oluyordu) bitiren dört öğrenciden biriydim. Yüksek lisansa hazırdım. Lisans dönemi, çeşitli maddi sıkıntılarla ve büyük kısmı altı kişilik yurt odasında kalarak, buna rağmen “rüzgar gibi” geçmiş, tadı damağımda kalmıştı. Yüksek lisans ve doktorayı daha keyifli bir öğrencilikle geçirmeye niyetliydim. Ayşegül Yüksel’den de, yapısalcılık, göstergebilim, eleştiri dersleri alacak, yeni ufuklara yelken açacaktım…  Öyle umuyordum…

Ancak lisanüstü sınavına girmek için, yabancı dil barajı vardı. Bu sınavları da, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Fransız Dili ve Edebiyatı gibi bölümler yapıyordu. İngilizceden sınava girenlerin sınavlarını, tiyatro uzmanlığından dolayı Ayşegül Yüksel’in içinde bulunduğu bir jüri değerlendiriyordu. Benimse yabancı dilim Fransızcaydı. Anadolu Lisesi (sınav ücretini ödeyememişti ailem) ya da kolej okuyabilen şanslı çocuklardan olamamıştım, ne yazık ki. Ortaokula başladığımda Fransızcadan başka seçenek yoktu. Öyle olsa da ne gam, severek öğrenmiştim ve liseden mezun olduğumda Fransızcam hiç fena değildi. Lisans döneminde de, çok rahat etmiş, dersi zayıf olan arkadaşlarıma bile yardımcı olabilmiştim. Kalabalık sınıflarda devam zorunluluğu olmadığından, sadece sınavlara girmiş, onları da yüksek notlarla geçebilmiştim. Ne var ki, dört yıl boyunca Fransızcamı kullanmamış, farkında olmadan giderek unutmuştum. Bunu da, baraj olarak kabul edilen, yüksek lisans sınavına girdiğimde fark etmiştim. Ancak artık çok geçti.

Sınavımın iyi geçmediğini yakın arkadaşlarımla paylaştığımda, hocalarla, dekanla görüşüp yabancı dilimi geliştirme sözü vermemi vb. önerilerde bulunmuşlardı. Ne de olsa başarılı bir öğrenciydim. Aldığım ödüllerden dolayı Dekan Prof. Dr. Rüçhan Arık’tan kutlama mektupları almıştım. Ancak, “onur meselesi” yapıp böyle bir girişimde bulunmadım (aynı tutumu bugüne kadar sürdürdüm, sürdürme kararlılığındayım). Ertesi gün sınav açıklandığında, gerekli olan 65’i alamadığımı öğrenip sarsıldım. Ama yapacak bir şey yoktu…

Sonucu ve sonucun ortaya çıkardığı gerçeği kabul etmem gerekiyordu. O gerçek de şuydu: O güne kadar eğitim-öğretim hayatım çok başarılı geçmişti. O başarıyı, yalnızca okula giderek, dersi iyi dinleyerek, olabildiğince işleyişe katılarak ve sevdiğim kitapları okuyarak yakalamıştım. Benim gibi başarılı öğrencilere “inek” diyen başarısız öğrencilere de içimden hep muzipçe gülmüştüm. Başarılı olmak için, onların deyişiyle ineklemeye, yani çalışmaya pek de gerek yoktu ve ben sözde bunun en çarpıcı örneklerinden biriydim. Ancak fena halde yanılmıştım. O güne kadar hep cepten yemiş, cebimdekini de tüketmiştim. Birşeyi gerçekten başarmak için yeterince çalışmak gerekiyordu ve ben bunu ancak üniversiteyi bitirince anlayabilmiştim. Bedeli de ağır olmuştu.

Bir yıl kaybetmek önemli olmayabilirdi kuşkusuz. Ayşegül Yüksel’den, daha sonra da ders alabilirdim. Ne var ki körfez krizi patlak vermişti. Bunu fırsat bilen ve Baba Bush’un ahbabı olan Turgut Özal, Musul ve Kerkük’e gözlerini dikmişti. Türkiye’yi savaşa sokmaya hazırlanıyordu. Ankara bile Saddam Hüseyin’in Rus yapımı füzelerinin menzilindeydi. Henüz askerliğimi yapmadığım için, askere alınmam, savaşa katılmam da ihtimaller arasındaydı. Neyse ki, dönemin Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay, bu ham hayellere karşı durup istifa etmiş, kamuoyunun da baskısıyla savaş engellenmişti. O dönemde Yaşasın Barış adlı çocuk oyunumu yazmıştım.

Kendime koyduğum teşhis (çalışmak gerektiği meselesi) doğrultusunda hemen çalışmaya başladım. Koşullarım da çalışmak için artık daha elverişliydi. Aldığım ödüllerden sonra yurttan eve çıkmış, radyoya yeni oyunlar yazmaya, şiir ve öykü programları hazırlamaya başlamıştım. O arada, lisansüstü programlarında “özel öğrenci” statüsünün bulunduğunu fark ettim. Sınavı kazanmamış olsam da, lisansüstünden dersler alabilecektim. Bir yıl içinde sınavı kazandığım taktirde, aldığım derslerin yarısından muaf olacaktım. Buna çok sevindim. Ve hemen Ayşegül Yüksel’in Yapısalcılık dersine kayıt yaptırdım.

Ayşegül Hoca, dersi fakültedeki odasında yapıyordu. Bize, ders arasında kahve, çay ikram ediyor, camları açıp sigarasını tellendiriyordu. Küçük bir gruptuk ama yine de odaya güçlükle sığabiliyorduk. Dahası yeterince sandalye yoktu. Erken gelen oturuyordu, geç gelen yan odalardan sandalye bulmak zorunda kalıyordu. O sırada, sınavı “asıl öğrenci” olarak kazanmış bazı arkadaşlardan da dirsek yemiş olmalıyım ki, Ayşegül Hocanın bana yaptığı “özel öğrenci”m iltifatına şakayla karışık “ben ‘üvey öğrenci’yim” deyivermiştim. Bu, aramızda “çok tutan” bir şakaya dönüştü. Ben, yıllarca, “üvey öğrenciniz” diye imzaladım mektuplarımı, o da, “üvey hocan” diye. Oysa 30 yıl boyunca birbirimize hiç “üvey” muamelesi yapmadık.

Bir yıl boyunca Fransızca çalıştım. (Sanatsal çalışmalarla dinlendim. Yaşasın Barış’ın yanı sıra şiirler yazdım. Bedel’i film senaryosuna dönüştürdüm. Kartal Tibet çekti. Eşik oyunumu yazmaya başladım). O yıl çalışmanın keyifli bir uğraş olduğunu idrak ettim. Ertesi yıl yeniden yüksek lisans sınavına girdim. Tesadüfen, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olan ve tiyatro bölümünde yüksek lisans yapmak isteyen bir arkadaş da benimle birlikte sınava girdi. O Fransızca sınavından 65, ayıptır söylemesi, ben 85 aldım. Böylece, hocalarımı gururlandırdım. Ayşegül Hocanın da, “üvey öğrenci”si olmaktan kurtulup “öz öğrenci”si oldum. (Söz açılmışken, genç okurlar için şunu da ekleyeyim: Bu, eğitim-öğretim-akademik hayatımda ilk ve tek başarısızlığımdır. O deneyimden sonra, hep çalışarak, B, C planları yaparak, başka bir başarısızlığa izin vermedim. Doktorayı yine Fransızcamla, herhangi bir sıkıntı olmadan kazandım. Yetinmeyip otuzundan sonra, kendi çabamla İngilizce öğrendim. Doçentliği, B planı olarak öğrendiğim İngilizceden geçtim. Her iki dili uluslararası toplantı ve seminerlerde kullanacak düzeyde geliştirdim. “Üvey öğrenci” olmak meğer nelere kadirmiş…)

1991’de, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarında çalışmaya başlayınca, yüksek lisans ve doktora dersleri, tez çalışmaları için Ankara’ya gidip geldim. Böylece, Ayşgül Hoca ile iletişimimiz sürekli hale geldi.

Bana yalnız yüksek lisans, doktora dersleri vermekle kalmadı, Oyun İçinde Oyun adlı yüksek lisans tezimde ve Oyun İçinde Anlatı adlı doktora tezimde jüri üyesi olarak da değerli katkılarda bulundu (iki tez de, daha sonra Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak yayımlandı).

Anadolu Üniversitesinde ders vermeye başladıktan sonra, öğrencilerimi alanında uzman birçok öğretim üyesi ve sanatçıyla buluşturma gayreti içinde oldum. Davet ettiğim hocalardan biri de Ayşegül Yüksel’di. “Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro” konusunda verdiği seminerin notların hâlâ saklıyorum. O seminerden Ankara’ya dönerken, Eskişehir’den sardunya fideleri götürdüğünü de sevinçle hatırlıyorum.

Bakırköy Belediyesi Yunus Emre Ödülü aldıktan sonra, 1998-99’da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen (Yönetmen: Prof. Dr. Nurhan Karadağ Hocam) Eşik adlı oyunumu 2001’de, Kültür Bakanlığı Fransızca olarak yayımlamaya karar verdi. Ayşegül Hocadan bir önsöz yazmasını rica ettim. O da kırmadan, ama geçiştirmeden, ayrıntılı bir analiz de içeren, değerli bir önsöz yazdı. Oyun, daha sonra aynı “önsöz”le, (2007’de, Mitos-Boyut tarafından Türkçe yayımlandıktan sonra) Fransa, İspanya, Ermenistan, Azerbaycan’da (Rusça olarak) yayımlandı. Her yeni dilde yayımlandıkça, Ayşegül Hocayı arayıp teşekkür ettim. “Önsözünüz sayesinde, Eşik filanca dile de çevrildi” dedikçe, Ayşegül Hoca, her seferinde, engingönüllülükle “oyunun sayesinde ‘önsöz’üm ünlü oldu” diyerek beni onurlandırdı.

2009’da, profesör ve ikinci kez tiyatro bölümü başkanı olduğumda, Sevda Hocayla ziyaretime gelmiş, kendisinden beklenen şıklıkta, kalem ve mektup açacağı armağan etmişti. Eskişehir’de yaşayan ve dünyayla bağlantısı mektup aracılığıyla gerçekleşen bir yazara daha isabetli armağan ne olabilirdi? Ancak her ikisi de o kadar güzel ki, kullanmaya kıyamadım, hâlâ saklıyorum.

Aramızdaki öğretmen-öğrenci statüsü resmi olarak sona erince, Ayşegül Hoca dersleriyle değil ama kitaplarıyla bize yol göstermeyi sürdürdü. Kitaplarını önce “üvey öğrencim olması hasebiyle” gibi şakalarla imzalarken, daha sonra “dostluk” sözcüğüne vurgu yaparak imzalamaya başladı. Ben de dostluğuna layık olmaya çalıştım.

Bütün kitaplarını okuyup, büyük bir kısmı üzerine, görev bilerek ve severek yazılar yazdım. Kitapları hakkında o değerlendirme yazılarını yazmada bilerek geciktim. Böylece, aramızdaki iletişimi (aramızdaki öğretmen-öğrenci ilişkisi sona erdiğinden) yaranma-yaranılma dedikodularından korudum.

Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi, benden derste okutulacak Türk Tiyatrosu kitabı isteyince, Özdemir Nutku’dan Nurhan Tekerek’e, birçok akademisyenden, uzmanlık alanlarına göre, üniteler yazmalarını istedim. Prof. Dr. Müzeyyen Buttanrı ile birlikte editörlük görevini üstlenip bir ünite yazmakla yetindim. Tiyatromuzdaki yeni toplulukları, yazarları, yönetmenleri, yeni çevrilmiş ve sahnelenmiş oyunları da çok iyi takip eden, çoğu hakkında yazı yazmış olan Ayşegül Hocadan, 1980 sonrasını yazmasını rica ettim. O da bunu, hakkıyla yaptı ve tiyatromuzun uzun yıllara yayılan çok saçaklı halini bir ünite içine ustalıkla ve adil bir biçimde sığdırmayı başardı. Böylece, geniş kitlelere ulaşan ortak bir kitabımız oldu.

Buluşma noktalarımızdan biri, Prof. Dr. Sevda Şener’dir. Ayşegül Hoca, Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu doktora tezini, bense Bernard Shaw’da Komik ve Komik Yaratma Yöntemleri adlı lisans tezimi ve Oyun İçinde Oyun adlı yüksek lisans tezimi, Sevda Hocayla yaptık. (Oyun İçinde Anlatı adlı doktora tezime de gayrı resmi olarak başlamıştık, Sevda Hoca emekli olunca, sürdüremedik, ne yazık ki…). Sevda Hoca, bırakın birlikte tez çalışmayı, dersine girenleri, hatta yanından geçenleri bile, sahiciliği, yalınlığı ve düşünce üretmesiyle kendine benzetirdi. Bize de ondan birşeyler bulaştı sanıyorum. Hele Ayşegül Hoca, Sevda Hocayla uzun süren dostluğundan dolayı, ondan çokça yararlanabilmiş şanslı insanlardandır. Sevda Hocaya, benden çok önce, “hocaların hocası” ünvanını sunan öğrencilerindendir. Belki de bu nedenle Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar, Uzun Yolda Bir Mola kitabını, “tiyatro bilimini ‘yaşama sanatı’yla buluşturmuş bir ustaya, dostum, hocam Prof. Dr. Sevda Şener’e” diyerek ithaf ettti. (Ben de, Ayşegül Hocanın güzel önsöz yazdığı Eşik adlı oyunumu, kuramsal temelini aldığım Sevda Hocaya ithaf etmiştim.)

Bir başka ortak noktamız da Prof. Dr. Cevat Çapan’dır. Ayşegül Hoca, 1960, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde okurken, Cambridge mezunu Cevat Hoca, asistandır ama çeviri ve çağdaş tiyatro derslerine girmektedir. Peki kimin asistanıdır Cevat Çapan? Mina Urgan’ın. Mina Urgan kimin asistanıdır? Halide Edip Adıvar’ın. Ayşegül Yüksel, yalnız Cevat Çapan’dan değil, aynı zamanda Mina Urgan’dan, Berna Moran’dan da dersler alır. Bölümdeki bir başka asistan da Akşit Göktürk’tür. (Düşsel düzlemde bir İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü kursanız, ütopik kadroyu yine böyle oluşturursunuz.)

Yüksel, çeviri konusundaki ilk övgülerini de Cevat Çapan’dan alır. Bu bilgiler ışığında bakınca, hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını görürüz. Bu altın kadronun bir araya gelmesini tesadüf olarak değerlendirseniz bile (ki bence nedeni liyakate sadakattir), Ayşegül Yüksel’in, zekasıyla, emeğiyle, disipliniyle bundan üst düzeyde yararlanmış olduğu sonucunu çıkarırız. (Aynı kadrodan ders alan yüzlerce, belki binlerce öğrenci olmuştur. Kaç tanesi Ayşegül Yüksel olabildi?) Nitekim, bölümü bitirince, Fulbright bursuyla ABD’ye gider, New York University’de Master of Art derecesi alır.

Bir başka tesadüfe bakın ki, Cevat Çapan-Ayşegül Yüksel karşılaşmasından 30 yıl sonra, 1991’de, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölümü Araştırma Görevliliği sınavına girdiğimde Prof. Dr. Cevat Çapan çıktı karşıma. Arkasında büyük bir zeka ve derinlik olan sorular sordu, şair-insan edasıyla. Sınavı geçip bölümde çalışmaya başladıktan sonra, Yüksel’den yüksek lisans, doktora dersleri alırken (Ankara’ya gidip gelerek), Cevat Çapan’a da asistanlık yaptım, Çağdaş Tiyatro dersinde.

Tiyatromuzun çok üretken ilk kuşak akademisyenleriyle (Metin And, Sevda Şener, Özdemir Nutku, Cevat Çapan) ilgili yazdığım bir değerlendirmeye, onlarla aynı kuşaktan olmayan Ayşgül Hocayı da severek dahil etmiştim. “Tiyatromuzun Büyük Çınarlarından Tiyatromuza Işık Tutan Kitaplar” üst başlığını atmıştım kendimce “değerlendirme”ye. Yazıda Ayşegül Yüksel’i anlattığım bölüme “Ve Işıklı, Büyük Bir Salkım Söğüt” alt başlığını koymuştum (Yazı, bir dergide yayımlandı ve 2011’de yayımlanan Yapıtlar Arasında adlı kitabımda yer aldı). O yazıda, hocanın Dram Sanatında Ezgi ve Uyum (2004) adlı kitabını irdelemeye çalışmıştım.

Ayşegül Hoca, emekli olduktan sonra bile yıllarca dersler, konferanslar vermeye, eleştiriler yazmaya devam etti. Kitap sayısını onikiye çıkardı. Böylece, tiyatro alanında en üretken hocaların arasına girdi.

O ışıklı salkım söğüt, giderek görkemli bir çınara evrildi.

 

II.Ayşegül Yüksel’in Yapıtları

II.1. Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu

Birinci basımı 1982’de, YAZKO tarafından yapılan (1995’te Gündoğan Yayınları tarafından yeniden basılır) ve Ayşegül Hocanın ilk kitabı olan bu zorlu inceleme birçok bakımdan ilk olma özelliği taşıyor. Her şeyden önce, ülkemizde, tiyatro yapıtlarını yapısalcı bir yaklaşımla çözümleyen ilk geniş kapsamlı çalışma. Bunun yanı sıra Melih Cevdet Anday’ın tiyatro yapıtlarının yöntemli olarak çözümlendiği ilk kitap. Ayrıca, ülkemizde yapısalcılık yöntemini ve onun uygulamasını çarpıcı örnekler üzerinden gösteren ilk tanıtıcı kitap olduğundan, bu yöntemin tanıtılmasında ve öğrenilmesinde önemli katkılarda bulunmuş ilk kitaplardan biri. Önce YAZKO, ardından, yapısı değiştirilmeden önceki Türk Dil Kurumu tarafından ödüle değer bulunmuş olması boşuna değil.

Yapısalcılık, her şeyden önce, “‘dizge (sistem)’ düşüncesini dilbilim, eğitim, ruhbilim, yazınbilim, müzik, resim, tiyatro gibi alanlarda ön düzeye getiren bir okuma, çözümleme ve değerlendirme yaklaşımı”[1].

Yapısalcılık, bir eletiri yöntemi olmanın yanı sıra, aynı zamanda bir yaklaşım, bir düşünce akımı. “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Fransız kuramcıları ve uygulamacılarının ortaya koydukları çalışmalar sonucu”nda[2]  etkinlik kazanıyor. “Ondokuzuncu yüzyıl düşüncesini ve bilimini etkileyen gelişimci, evrimci düşüncenin yerini”[3] bir süre de olsa alıyor. Felsefi olarak olmasa da, çözümleme ve eleştiri yöntemi olarak kendine sağlam bir yer ediniyor. Kendisinden sonra ortaya çıkan eleştirel yaklaşımları, yöntemleri anlamanın yolu da ondan geçiyor.

Kitabın dörtte biri, dilbilim kaynaklı yapısalcılığın, çıkış noktası, bir yöntem haline gelinceye kadar geçirdiği evreler, o yönteme katkıda bulunan düşünürlerin, dilbilimcilerin düşünceleri ve yaklaşımları üzerine odaklanmış. Ferdinand de Saussure’den Roland Barthes’a, Noam Chomsky’den Roman Jakobson’a, Vladimir Propp’dan, Claude Lévi-Strauss’a, dil, dilbilim ve yapısalcılık üzerine, farklı dillerde (Fransızca, İngilizce, Rusça gibi) düşünce üreten bu kuramcıların düşüncelerinin ve yaklaşımlarının, Batı dillerinden hayli farklı bir yapıda olan Türkçe’de karşılıklarını bulmanın, olmayanları üretmenin hayli çetrefil bir çaba olduğunu bilen bilir. (Başlarda bu konuda “Ankara ekolü”, “İstanbul ekolü” sayılabilecek farklı yaklaşımlar vardı. Fransızca / İngilizce kaynaklara dayananlar arasında, terminolojide ortaya çıkan sorunlar söz kousuydu. 40 yıl öncesinden söz ediyoruz…)

Yüksel’in kitabında, Melih Cevdet Anday’ın, İçeridekiler, Mikado’nun Çöpleri, Yarın Başka Koruda, Dikkat Köpek Var, Ölüler Konuşmak İsterler, Müfettişler adlı oyunları yöntemli olarak inceleniyor ve özgün sonuçlara varılıyor.

Her kitap, aynı zamanda, yazarın okurunu ikna etme uğraşıdır. Kimi bunu uzun uzadıya anlatarak yapar, kimi somut kanıtlarla. Yüksel, daha ilk kitabında, yalnız okuru değil, aynı zamanda, yapıtlarını incelemiş olduğu yazarı (Melih Cevdet Anday’ı) da ikna etmeyi başarmış bir biliminsanıdır. Nitekim, Anday Yüksel’e yazdığı bir mektupta bunu ortaya koyuyor:

“Anlamının imlediği ilişkinin, bütüne götürücü kimi parçanın farkına varılıp varılamayacağını merak (ve hatta üzüntü) ile izlediğim kimi sahneleri öylesine kandırıcı ve doyurucu gözlem ve değerlendirmelerle ortaya çıkarmışsınız ki, bundan ötürü, itiraf edeyim, yalnızca bu özgün işi başaran size değil, size bu başarıda yardımcı olan yönteme de saygım arttı.”[4]

Ayşegül Yüksel’in bu kitaptaki derinlikli ve incelikli incelemeleri, geçerliliğini koruyor. Yalnız Melih Cevdet Anday’ın oyunları üzerine çalışmak isteyen, yönetmenlere, oyunculara değil, alandaki akademisyenlere de yol göstermeye devam ediyor.

II.2. Haldun Taner Tiyatrosu

Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in büyük emek ve araştırma ürünü olan ikinci kitabı Haldun Taner Tiyatrosu’dur. İlk baskısı Bilgi Yayınevi (1985), ikinci baskısı Habitus Yayınları tarafından (2013) yapılan kitabında, bir dönem hocası da olan Haldun Taner’i, hemen hemen bütün oyunlarıyla ele almakta, o oyunları dönemlere ayırarak irdelemektedir.

Yüksel, yaşadığı dönemde de popüler (olumlu anlamda) olabilmiş eleştirel, deneyci bir yazar olan Taner’in yazarlık serüvenini, gelişim çizgisi içinde gözler önüne seriyor.

Taner’in oyun yazarlığını, üç temel evrede ele alıyor. Bu evreler, bıçakla keslmiş gibi birbirinden ayrışmıyor. Bazı bakımlardan iç içe geçiyor. Ancak, en isabetli evrelemenin de bu olduğuna hiç kuşku yok. Her evresinin içini dolduracak yeterince oyun, malzeme, düşünce vb. var.

1949-1962 yıllarını kapsayan, Günün Adamı, Dışarıdakiler, Ve Değirmen Dönerdi, Fazilet Eczanesi, Lütfen Dokunmayın oyunlarını kapsayan, benzetmeci, yanılsamacı evre. (Lütfen Dokunmayın, haklı olarak, benzetmcilikten göstermeciliğe bir geçiş dönemi oyunu olarak kabul ediliyor.)

“1960’ta, Lütfen Dokunmayın’la ilk denemesini yaptığı göstermeci biçimde yazılmış oyunlar Taner Tiyatrosunun ikinci evresini belirler.”[5] Bu evre, gerçek anlamda, 1964 yılında, Keşanlı Ali Destanı’nın Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelenmesiyle başlar. Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Eşeğin Gölgesi, Zilli Zarife, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, önce bir öykü olarak yazılıp (Ayışığında Çalışkur) sonra oyun olarak yazılan Ayışığında Şamata adlı oyunlarını kapsar.

Taner’in, tiyatromuzun kendi dilini, kişiliğini bulma serüvenini konu alan Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyununu yazdıktan sonra, 1969’da, Münir Özkul’la birlikte, Bizim Tiyatro’yu kurmuş olması tiyatro tarihimiz açısından çarpıcıdır. Taner, kurduğu tiyatronun sanat yönetmenliğini ve dramaturgluğunu da üstlenir. “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın temel izleği, tiyatromuzun geçmişi, bugünü ve geleceğidir.”[6] Tiyatromuz Batılılaşma yolunda ilerleyip kendi kişiliğini bulmaya çalışırken, hangi aşamalardan geçmiş, hangi tartışmalara sahne olmuştur? Bütün bu tartışmalar uygulamalı olarak, somut bir biçimde sergilenir gibidir.

Haldun Taner’in tiyatrosunun üçüncü ve son evresi ise, bir bakıma 1962’de ateşlenir. Kabare Oyunları evresi olarak adlandırılan evrenin başlangıç oyunu denemesi, Bu Şehr-i Stanbul ki adlı oyunudur. Kabare evresinin gerçek anlamda oluşması ise 1967’de, Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurulmasıyla başlar. Tiyatroyu kuran, Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Hüseyin Baştürk, Haldun Taner’e başvururak, kurdukları gezici topluluk için oyun yazmasını isterler. Taner, bu yetenekli oyuncular (özellikle Metin Akpınar ve Zeki Alasya) için oyun yazmaya dünden razıdır. Onların kabare oyunculuğu konusunda yetişmelerine katkıda bulunur. Böylece, ülkemizde kabare tiyatrosunun temelleri atılır.

Yüksel, Haldun Taner Tiyatrosu kitabında, Taner’in yalnız oyun yazarlığının evrelerini değerlendirmiyor. Onun dil kullanımını, güldürü anlayışını, eleştirel bakışını, üslup yaratma denemelerini de ele alıp derinlemesine irdeliyor. Bir yazarın bütün oyunlarının ele alınıp incelenmesinde örnek bir kitap sunuyor bize.

1993’te, Kültür Bakanlığı İnceleme-Araştırma Ödülü alan kitap Taner’in bütün oyunlarını sistemli bir bütünlük içinde inceleyen ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Taner’in, sağlığında kitabı alıp okumuş olması da, her iki yazar (Taner ve Yüksel) için birer mutluluk kaynağı olsa gerek.

II.3. Samuel Beckett Tiyatrosu

20. yüzyıl tiyatrosunun, Brecht-Beckett ekseninde geliştiği söylenir. Bu iki çizginin birbirine karşıt olduğunu dile getiren de vardır, birbirini tamamladığını söyleyen de. Brecht’e göre kendi tiyatrosu burjuva toplumunun sonunu işlerken, Beckett dünyanın sonunu işlemektedir. Öte yandan, Brecht çizgisinde olanlar toplumsal ve dünyasal olana odaklanırken, Beckett çizgisinde olanlar bireysel ve kozmik-olgusal olana odaklanmaktadır. Bu karşıtlık-birlik ilişkisi, Peter Weiss’ın Marat-Sade oyununda, Marat’nın ve Marquis de Sade’ın temsil ettiği toplumsal olan’la bireysel olan’ı andırmakta, insanı, dünyayı, hayatı çözümlemede ve anlamlandırmada birbirini tamamlamaktadır.

Ayşegül Yüksel’in Samuel Beckett Tiyatrosu kitabı acil ve önemli bir ihtiyaçtan doğar. Beckett 1989’da ölünce, başka ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de  “saçma” oyunlar yazan bu “uyumsuz” yazara olan ilgi artar. Derslerinde, yönettiği tezlerde Beckett’e eğilen bir akademisyen olan Ayşegül Hocadan yazılar istenir. Böylece, ülkemizdeki Beckett konusunda yazılmış ilk kitaplardan biri ortaya çıkar (1992). Kitap, bugüne kadar beş baskı yapar.

Yüksel, kitabında, Beckett’in birbirine sıkı sıkıya bağlı olan özü ile biçimini ayrı ayrı ve iç içe irdelemektedir. İrdelemelerini alanda daha önce çalışmış, birçok düşünür ve kuramcıya dayandırmakta, bu “garip” yazarı Türkçe’de anlaşılır kılmaktadır, anlaşılabildiği kadarıyla…

Kuşkusuz, kitap Beckett’i, açıklama, aklama amacı gütmemektedir. Zaten, Beckett’in kendisinin de böyle bir amacı ve çabasının olduğu söylenemez. Buna ihtiyacı da yoktur. Oyunlarında, varoluş sorunsalını “küçük insanlar” üzerinden, minimal araç ve gereçlerle dile getiren yazarın iyimser mi yoksa kötümser mi olduğunu söylemek bile güçtür. Bu belirsizlik sahnede indirgenmiş bir biçim ve şiirsellikle kendini belli eder. Soyutun minimal düzeyde cisimleşmiş hali gibidir oyunları. Beckett, hareketi de, sözü de, olabilecek “en az”a indirgemiştir. “Beckett temelde, ‘hareketsizliğin’ ve ‘suskunluğun” tiyatrosunu yazmıştır.”[7] Bu küçük insanların evrensel hikayeleri, komik ve acıklı olmanın ötesinde estetik ve felsefi derinliktedir. Çünkü “Beckett, insanlarını ‘zaman’ ve ‘uzam’ sınırlamasından soyutlayarak, onları ‘evrensel’ bir konuma yerleştirir. Yine de çağdaşımız olan kişilerdir Beckett’in insanları.”[8]

Yüksel, Beckett’in hayatını, edimlerini, söylemini genel olarak irdeledikten sonra tiyatroda bir devrim niteliğinde olan Godot’yu Beklerken’den başlayarak tiyatrosunu mercek altına alıyor. Ardından, Oyunun Sonu, Krapp’ın Son Bandı, sözsüz oyunlarını ve radyo oyunlarını inceliyor. Beckett’i çok iyi temsil eden ve son uzun oyunu olan Mutlu Günler’in ayrıntılı değerlendirilmesinden sonra 1963-1983 yılları arasında yazmış olduğu kısa oyunlarıyla ve “sondeyiş” bölümüyle tamamlanıyor kitap.

II.4. Oyun Yazarlarımız Üzerine Emek İşi Bir Yapıt: Çağdaş Türk Tiyatrosunda On Yazar

Ayşegül Yüksel, birçok oyun yazarımız üzerine yazılar, kitaplar kaleme aldı. Mitos-Boyut Yayınları’ndan çıkan Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar (1997), hakkında en çok yazı yadığı yazarlardan onunu kapsıyor. Aslında bir kitap olarak önceden tasarlanmamış. Yazdığı önsözler, verdiği konferanslar, gazete ve dergilere yazdığı eleştirilerden derlenmiş. Ama böyle olması onu bütünlükten yoksun kılmıyor. Yazılar sonradan bir araya getirilmiş olsa da, söz konusu yapıt, bütünlüğü olan değerli bir kitap olarak ağırlığını hissetiriyor. Çünkü Yüksel, yazarlarımız hakkında yazdığı her yazısını yığmamış kitaba. Kitabı oluşturacak yazılarını özenle seçmiş ve onları belli bir sıraya, iç mantığa göre düzenlemiş.

Kitapta ilk sırada yer alan oyun yazarı Nazım Hikmet. Yüksel, yalnız ülkemizde değil dünyaca tanınan (özellikle ozan yanıyla) Nazım Hikmet’in daha az önemsenen oyun yazarlığına eğiliyor. Çeşitli arayışların ürünü olan oyunlarını onun şiirinin gölgesinden kurtarıp hak ettikleri yere kavuşturma çabası içine giriyor. Bugün güçlü bir biçimde sahnelenebilmesi için dramaturjik çalışma gerektiren oyunlarının yanı sıra Ferhad ile Şirin, Kafatası, Yusuf ile Menofis, Yolcu gibi başyapıt sayılabilecek oyunlarını da irdeliyor. Daha çok güçlü şiiriyle karşılaştırılarak verilmiş olan “Nazım Hikmet iyi bir oyun yazarı değildir” kalıp yargısını sorguluyor.

Nazım Hikmet’in bütün oyunları nitelik açısından şiirlerinin düzeyine ulaşamamıştır belki. Ama bu onun iyi bir oyun yazarı olmadığı anlamına gelmez. Nazım Hikmet, yazmış olduğu ve ancak son yıllarda tamamı elimize geçebilen oyunlarıyla tiyatroya yoğun emek vermiş yazarlarımız arasında yer alır. Kaç oyun yazarımız onun kadar oyun yazmıştır ve kaçının yazarlık serüveni, Ayşegül Yüksel’in incelemesinde vurguladığı gibi, onunki kadar arayışlarla doludur…

Kitapta ikinci sırada irdelenen yazarsa “gözyaşlarını gülmeceye çeviren” Aziz Nesin. Aziz Nesin’in oyunları da Nazım Hikmet’in oyunlarına benzer bir yaklaşımla yargılanmış, tiyatro yazarlığı mizah yazarlığının gölgesinde bırakılmıştır. Oysa “benim için çalışmak yaşamaktır” diyen Aziz Nesin de oyun yazarlığına ayrı bir önem vermiş, birçok oyun yazarımızdan daha çok oyun üretmiş (yirmibeş oyun) ve çoğu oyununda da yazarlık açısından yeni denemelere girişmiştir. Yüksel’in, Nesin’in oyunlarını değerlendirdiği iki yazısı yer alıyor kitapta. Bu yazılarda Biraz Gelir misiniz ile başlayıp Bir Zamanlar Memleketin Birinde’ye ulaşan bütün oyunları derinlemesine inceleniyor. Oyundan oyuna geçilerek Nesin Usta’nın “yaşamayı haketmek ve ölümü haketmek” izleğinin izi sürülüyor. Yüksel, değerlendirmeleriyle, toplumun aydınlığa kavuşmasını, bireylerin üretken, insanlık değerlerine bağlı ve duyarlı olmaları özlemiyle, üst üste konduğunda boyunu aşan yapıtlara imza atan bu büyük ustanın oyun yazarlığının hakkını teslim ediyor.

Ozan yanıyla tanınan bir başka oyun yazarımızsa, daha çok Çil Horoz, Yağmur Sıkıntısı gibi oyunlarıyla bilinen Oktay Rifat. Yüksel üçüncü olarak Rifat’ın oyunlarına eğiliyor. İnsanı ve toplumu iç içe çözümleme çabası içinde olan Oktay Rifat’ın şiirsel gerçekçi yaklaşımı üzerinde duruyor. “Bu dünyayı güzel kılan da, kendini yaratan da insandır” diyen ve toplumsal yapıdan kopuk olarak ele alınamayan bireysel sorunlara eğilen Rifat’ın sekiz oyununu masaya yatırıyor.

Ardından çok yönlü bir yazar olan Melih Cevdet Anday’ın oyun yazarlığını ele alıyor. Yapısalcılık ve Bir Uygulama / Melih Cevdet Anday Tiyatrosu adlı bir yapıtında bu yazarımızın oyunlarını etraflıca incelemiş olan Ayşegül Yüksel, Çağdaş Türk Tiyatrosunda On Yazar’da yazarın oyunlarına dört incelemeyle bakıyor. Tiyatromuza, aralarında İçerdekiler ve Mikadonun Çöpleri gibi başyapıtların da bulunduğu ve bazıları hala sahnelenmemiş olan, on oyun armağan eden Melih Cevdet’in oyun yazarlığını irdeliyor. “Bilmediklerimi, anlayamadıklarımı yazmak istiyorum” diyen Melih Cevdet’in durum yaratmadaki başarısı, diyalog oluşturmadaki ustalığı ve anlatı sanatıyla tiyatroyu ustaca buluşturması üzerinde duruyor. Anday’ın uzam ve zamanı kullanmadaki yetkinliğini ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seriyor. Anday tiyatrosunun, Sartre, Beckett ve Pinter oyunlarıyla örtüşen özelliklerini belirliyor.

Beşinci sırada incelenen yazarsa Haldun Taner. “Haldun Taner Tiyatrosu” kitabının da yazarı olan Ayşegül Yüksel, bu kitabın önemli sonuçlarını yansıttığı üç yazısıyla yeniden eğiliyor Haldun Taner’e. “Hem doğu hem de batı kültürünün inceliklerini özümsemiş bir sanat insanı” olarak nitelendirdiği Taner’in tiyatrosunu kitabındakine benzer bir bölümlemeyle ele alıyor. Günün Adamı, Fazilet Eczanesi gibi oyunlarının yer aldığı yanılsamacı dönemi, Keşanlı Ali Destanı, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı gibi oyunlarının yer aldığı epik-göstermeci dönemi ve Bu Şehr-i Stanbul ki, Vatan Kurtaran Şaban gibi oyunlarının yer aldığı kabare dönemi olarak üç evrede inceliyor. Özellikle Taner’in, yanlış koşullandırma olgusunu sorgulayışı, oyunlarında ustaca yarattığı durumlar, kullandığı çarpıcı dil ve geleneksel olan’dan yararlanma özellikleri üzerinde duruyor. Ayrıca, Taner’in Batı tiyatrosu geleneği içindeki yerini de saptıyor.

Yüksel’in oyunlarını değerlendirdiği bir başka ozan-oyun yazarıysa Sabahattin Kudret Aksal. “Oyun Yazarı Sabahatin Kudret Aksal” başlığını taşıyan bölümde, Aksal’ın şiirsel düzyazıyla biçimlendirdiği oyunlarını ele alıyor. Bu yazarımızın oyun yazarlığını da iki dönemde irdeliyor. Evin Üstündeki Bulut, Tersine Dönen Şemsiye gibi oyunlarını kapsayan, daha çok aile içi konuların işlendiği birinci dönemi ile Kral Üşümesi, Sonsuzluk Kitabevi gibi oyunlarını kapsayan ve uyumsuz tiyatroya yakın duran oyunlarının yeraldığı “şiirin imbiğinden geçirilerek damıtılan özün” yansıması olan ikinci dönem oyunlarını tek tek elden geçirerek değerlendiriyor.

Ayşegül Yüksel, Turgut Özakman’ın oyun yazarlığının evrimini ise uzunca bir yazıyla ele alıyor. l950’lerden beri oyun yazmış olan ve yirmi dolayında oyunu bulunan Özakman’ın oyun yazarlığı serüvenini irdeliyor.  Vardığı sonuçları Prof. Dr. Sevda Şener, Prof. Dr. Özdemir Nutku ve Atila Sav gibi kuramcı ve eleştirmenlerin görüşleriyle de destekliyor. Biçimde deneysel yönelişlerin özde hoşgörülü yaklaşımının karakterize ettiği Özakman’ın oyun yazarlığındaki temel evreler olan ilk döneminde yer alan gerçekçi oyunlarıyla (Duvarların Ötesi, Kanaviçe, Ocak vb.) ikinci döneminde yer alan göstermeci yapıdaki oyunlarını (Fehim Paşa Konağı, Resimli Osmanlı Tarihi, Bir Şehnaz Oyun vb.) irdeleniyor.

Kitaptaki incelemede sekizinci sırada Vasıf Öngören yer alıyor. Eleştirmen Yüksel, bu bölümde tiyatromuzun l960’lardaki atılımı içinde, oyuncu, yönetmen ve oyun yazarı olarak yetişen, Vasıf Öngören’in oyun yazarlığına eğiliyor. l962’de Almanya’ya giden, Brecht arşivini inceleme ve Berliner Ensemble topluluğunun provalarını izleyerek kendini geliştirme olanağı bulan Öngören’in, “Brecht Tiyatrosundan öğrendiği biçimsel özellikleri” yazdığı oyunlarda ve ülkemizde gerçekleştirdiği tiyatro etkinlikleri içinde nasıl değerlendirdiği konusunu tartışıyor. “Malzemesini titizlikle seçen, özenle işleyen, ne yaptığının baştan sona bilincinde olan” Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur, Oyun Nasıl Oynanmalı, Zengin Mutfağı gibi oyunlarını ayrıntılı bir incelemeyle değerlendiriyor.

1970’lerde önemli oyunlara ve oyun yazarlığı alanında yeni denemelere imza atan yazar Oktay Arayıcı ise incelemenin bir sonraki bölümünde ele alınıyor. “Oktay Arayıcı: Tiyatroda Yeni Arayışların Yazarı” başlığı altındaki bu bölümde, “hakça bir düzen adına tüm düşünsel ve sanatsal gücünü seferber etmiş” olan Oktay Arayacı’nın oyun yazarlağındaki arayışların ürünleri olan Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası, Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi, Rumuz Goncagül oyunlarını irdeliyor.

Son olarak oyun yazarı Memet Baydur’u değerlendiriyor yazar. Baydur, l980’den sonra oyun yazan, yirmiyi aşkın oyunu bulunan, on dolayında oyunu sahnelenmiş, çeştli ödüller almış olan bir yazar. Baydur, üretken olması bakımından Ayşegül Yüksel’in deyimiyle eleştirmen eskiten bir yazar aynı zamanda. Yüksel, özellikle Baydur’un tiyatronun “oyunsu” özelliğini öne çıkarmasının, zaman zaman saçmayı kucaklayan çarpıcı dil kullanımının, ironuyu kullanmadaki ustalığının altını çiziyor. Limon’dan Yangın Yerinde Orkideler’e, Cumhuriyet Kızı’ndan Maskeli Suvari’ye, Kamyon’dan Vladimir Komarov’a kadar birçok oyununu eleştirel açıdan yeniden okuyor ve ulaştığı sonuçları Baydur’un yazarlık serüveni bağlamına oturtarak okurlarıyla paylaşıyor.

Ayşegül Yüksel, 156 sayfalık bu kitabında seçkin oyun yazarlarımızdan yalnızca onunu ve onların 150 dolayındaki oyununu irdeliyor. İncelemeye oransal olarak baksak bile, neredeyse her sayfaya bir oyun düşüyor. Başka bir deyişle bir sayfa yazı yazabilmek için en az bir oyunu eleştirel olarak okumuş, çözümlemiş ve onlarca belgeyi de incelemiş olmak gerekiyor. O yazarları tiyatro tarihimiz içinde yerli yerine oturtmak için yapılan çalışmanın gerektirdiği enerjiyi, zamanı, dikkati de göz önüne alırsak, harcanan emeğin ve ortaya konan yapıtın önemi daha da iyi anlaşılacaktır sanırım.

Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar aynı zamanda, “bizim yazarımız yok, yazar yetişmiyor” gibi haksız yargılamalara da iyi bir yanıt oluşturuyor. Aslında oyun yazarlığımız konusunda bu tür yargılamaları yapabilmeyi ancak böylesine uzun ve derin incelemeler yapan eleştirmenlerimiz hak ediyor.

II.5. İz Süren Bir Eleştirmenden “Sahneden İzdüşümler”.

Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in eleştiri yazılarından oluşan bir başka geniş seçki de, yine Mitos-Boyut Yayınları tarafından yayımlanan Sahneden İzdüşümler adlı kitabıdır. Bu kitabı da tiyatroyla doğrudan ilgili sanatçı, biliminsanı ve eleştirmenler için olduğu kadar, tiyatroyla amatör olarak ilgilenen tiyatroseverler için de başvuru kaynağı olacak önemde bir yapıt.

Ayşegül Yüksel’in kitabı, Cumhuriyet, Özgür İnsan, Bilim ve Sanat gibi çeşitli gazete ve dergilere yazdığı eleştirilerden oluşuyor. Bunların yanı sıra, kitapta hiç yayımlanmamış eleştiri yazıları da var. Kitaptaki eleştiri yazıları genellikle yapılageldiği gibi gelişigüzel seçilerek ve arka arkaya konularak büyük hacimli bir kitap ortaya koyma yoluna gidilmemiş. Her şeyden önce, Ayşegül Yüksel, yirmibeş yıllık eleştirmenliği boyunca yazdığı bütün eleştiri yazılarını da kitaba almış değil. Öyle yapmış olsaydı (bin dolayında yazı) sanırım birkaç cilt tutardı. Bunlar içinde kendince en uygun bulduğu, yüz dolayında oyunu konu alan yetmiş yazıyı, kitabın önsözünde açıkladığı gibi belli bir dizge oluşturacak biçimde, birçok konuyu göz önünde tutarak seçip bir araya getirmiş. Siyasal tarihimizde büyük toplumsal değişimlere neden olan, dolayısıyla toplumla yoğun bir ilişki içindeki tiyatromuzu da etkileyen onar yıllık (70’ler, 80’ler, 90’lar gibi) dönemlere ayırmış. Bununla da yetinmemiş, her dönemin başına o dönemin tiyatro etkinliklerine ışık tutacak bir yazı da ekleyerek okurun işini daha da kolaylaştırmış ve böylece kitabını da daha bütünlüklü bir yapıt haline getirmiş.

Sahneden İzdüşümler bir tarih kitabı değil kuşkusuz. Ama kitabın bir önemi de tarihsel bir belge özelliği taşımasıdır. Yüksel, tiyatromuzun son kırk yılına (kitabı yazdığı tarih itibariyle) seyirci ve eleştirmen olarak tanık olduğu ve bunun son yirmibeş yılını da eleştirmen olarak yazıyla belgelendirdiği için, aynı zamanda bir tarihçi işlevi de yerine getirmiş olmaktadır. Böylece son yıllarda yazdığı eleştirileriyle günümüz tiyatrosunun durumunu irdelemekle, sonuçlara varmakla kalmamakta, yirmi-yirmibeş yıl önce yazdığı eleştirileriyle bir anlamda artık tarih olmuş bir döneme de ışık tutmakta, o dönemin tiyatro etkinliklerini irdeleyip aydınlatmaktadır. Bu yolla, yazarın kendisinin de belirttiği gibi, tiyatro sanatçılarının su üstüne yazdıkları yazıların (yani tiyatro uğraşının) izdüşümleri (eleştiri olarak) kitap üzerine alınmış, olup bitenler birer belge olarak o günlerden bugünlere kalabilmiştir.

Kitabı okurken tiyatro tarihimizin içinde bir yolculuğa çıkmış gibi oluyoruz. Çeşitli duraklarda duruyor, Yüksel’in sağduyulu, olumlayıcı ama uyarıcı değerlendirmelerine tanık oluyor, tiyatrodan tiyatroya oyundan oyuna merak içinde yol almaya devam ediyoruz. Bu yolculuk sırasında bugün ayakta kalabilmiş, dönüşebilmiş ya da artık yaşamayan birçok kişi ve kurumla karşılaşıyoruz. Örneğin, Sezuan’ın İyi İnsanı’nı yöneten Vasıf Öngören’le, Toprak’ı yöneten Erkan Yücel’le, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan’la birlikte Devkuşu Kabare Tiyatrosunda yer alan Haldun Taner’le, Sevgili Doktor’u sahneleyen Asuman Korad’la...

Bunun yanında ilginç kişi ve durumlar da çıkıyor karşımıza. Örneğin 1976’da İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan Brecht’in Galile’nin Yaşamı adlı oyununa Cem Karaca’nın müzik yaptığına, 1976’da Çağdaş Sahne’de sahnelenen Grev’in sahne tasarımını Vecdi Sayar’ın yaptığına, Kuzgun Acar’ın Kafkas Tebeşir Dairesi’nin masklarını tasarlayıp gerçekleştirdiğine, Sevgi Soysal’ın (Başar Sabuncu ile birlikte) Arturi Ui’nun Önlebilir Tırmanışı’nı çevirdiğine, Erol Toy’un Düş ve Gerçek adlı bir meddah oyunu yazmış olduğuna ve Erkan Yücel’in bunu oynadığına ilişkin bilgiye yine bu kitap aracılığıyla ulaşıyoruz.

Bu yönüyle kitap geçmiş’le bugün, tarihsel olan’la güncel olan arasında bir ilişki kurmakta ve geçmişi olduğu kadar bugünü de değerlendirmekte, kendi değerlendirmemize yardımcı olacak bilgiler sunmakta ve ulaşacağımız sonuçlar konusunda olanaklar da yaratmaktadır.

Kitabından anlaşıldığı kadarıyla belgeliği geniş, belleği güçlü bir eleştirmen Ayşegül Yüksel. Belgeleri karşılaştırarak bilgileri ilşkilendirerek, yalnız tiyatroların ya da o tiyatrolarda sahnelenmiş oyunların değil, yazarıyla, yönetmeniyle, oyuncusuyla, sahne tasarımcısıyla, tiyatro sanatçılarının izini sürerek, bütün bunlardan sonuçlar çıkararak, çıkardığı sonuçları eleştirilerine aktararak sürdürmüş kendi serüvenini. Örneğin Ankara Birlik Sahnesi’nde sahnelenen Sezuan’ın İyi İnsanı’ndan mı söz edecek, oyunun daha önce İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmiş olan serüvenine de değiniyor, Yücel Erten’in 1984’te sahnelediği Keşanlı Ali Destanı üzerine yazarken, yirmi yıl öncesinde Genco Erkal’ın aynı oyunu sahneleyişini anımsıyor, Nurhan Karadağ’ın 1985 yılında DTCF-Tiyatro Bölümü’nde sahnelediği Yazıbağı’nda Şenlik adlı gösteriyi övgüyle değerlendirirken bunu yine Karadağ’ın iki yıl öncesinde İstanbul’da sahnelediği Yaren ve Samah’la, bir yıl önce AST’ta sahnelediği Taziye’yle, İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelediği Misafir’le pekiştiriyor. Şakir Gürzümar’ın sahnelediği Uyarca üzerine yazdığı değerlendirme yazısında ise, aynı yönetmenin daha önce sahnelediği Töre ve Hayvan Çiftliği’ndeki başarılarının izini sürerek, buradaki başarısının doğal ve beklenen bir sonuç olduğunun altını çiziyor.

Kitaptaki son yazı ise, yine bu iz sürmenin başarılı bir sonucu olarak çıkıyor karşımıza. Yüksel, bu yazısında, Çehov’un Martı’sını, izlediği sekiz ayrı yapımdaki sekiz ayrı yorumu karşılaştırarak değerlendiriyor. Yalnız oyunların, yönetmenlerin değil, oyuncuların da izini sürüyor yazar. Yalnız bir oyundaki rollerinden yola çıkarak değerlendirmiyor onları. Daha önce rol aldıkları yapımlardaki başarılarını da anımsayıp isabetli sonuçlara varıyor. İşte bütün bu iz sürmelerin yüz akıdır Sahneden İzdüşümler.

II.6. Yüksel’in Derin Yapı’dan Derin Anlama Kitabı: “Dram Sanatında Ezgi ve Uyum”

Sessiz sedasız çıkan ama okunduğunda etkisi derin olabilecek yapıtlardan biri de Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in, Alkım Yayınları arasından çıkan Dram Sanatında Ezgi ve Uyum kitabı olur (2004). Kitap 2011 yılında ikinci kez basılır.

İlk bakışta, “hocanın bazı makalelerini bir araya getirdiği bir kitap” gibi görünse de, okununca, bu makalelerin dizgesel olarak bir araya getirildiği, hatta bazılarının (belki çoğunun) bu dizgeyi tamamlamak üzere yazıldığı anlaşılıyor. Makalelere konu olarak seçilen ve incelenen oyunlar tiyatro tarihinin farklı dönemlerine ait olsa da, inceleme yöntemi ve bakış açısının aynı olması, kitabın da bütünlüklü kılıyor. Öte yandan, Sophocles’in Kral Oidipus’undan başlayan oyun seçimi, Shakespeare’dan, Ibsen’e, Çehov’dan Brecht’e uzanıyor. Sartre ve Pinter gibi çağdaş yazarların oyunlarından da örneklerin mercek altına alındığı bu inceleme kitabı, yerli oyun yazarlarımızdan Vüs’at O. Bener ve Vasıf Öngören’in oyunlarıyla noktalanıyor.

Tiyatro edebiyatının nasıl geniş ve uzun bir ırmak olduğunu bilen bilir, bilmeyenlerinse duymuşluğu vardır mutlaka. İkibinbeşyüz yılı aşan dramatik yapıtların tarihinde binlerce, hatta onbinlerce oyun yer almaktadır. Acemi yolcular için bu uçsuz bucaksız ormanda kaybolmak işten bile değildir. Hele bu oyunları nitelik ölçütüne vurmak, güçlü yapıtları zayıf olanlarından ayırdedebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Tiyatrolarımızın yaptıkları repertuvarlara bakılarak bu durum rahatlıkla anlaşılabilir. Ayşegül Yüksel, bu konuda önemli bir saptamayla başlıyor incelemesine:

“Dünyadan binlerce oyun yazarı gelip geçmişken ‘büyük’ nitelemesine hak kazananların sayıca sınırlı olması ‘dram sanatı’nın kolayca açıklanamayan sırları olduğunu düşündürüyor. Kimi oyunu su içercesine kolaylıkla tüketirsiniz, ama söylediği incir çekirdeğini doldurmaz. Kimi oyun yürümek bilmez, daha on dakika geçmeden bunalıp sahneden koparsınız. Kimi oyun üstünüze üstünüze gelir, kaçmak istersiniz. Kimi oyunu anlamak için baştan sona çaba harcarsınız, yine de söylenenin içinden çıkamazsınız.

Sorun, tiyatro seyircisiyle paylaşılmaya değer bir içeriğin sahne olanakları doğrultusunda biçimlendirilmesi sorunudur.” [9]

Yüksel’in, bu temel sorunlara ışık tutmak için yola çıktığı, kitabında vardığı sonuçlardan anlaşılıyor. Hemen hemen hepsi tiyatro tarihimizin başyapıtları olan bu oyunlara, yazar, “Yapısalcılık Ve Bir Uygulama; Melih Cevdet Anday Tiyatrosu” yapıtında yaptığı gibi, yapısalcı ve göstergebilimsel yöntemlerle bakıyor. Ama bu yöntemi, çoğunlukla yapılageldiği gibi, kupkuru birtakım “şekil ve şemalar”a ulaşmak için kullanmıyor. Onca yıllık hocalık deneyimini, otuzu yılı bulan eleştirmenlik birikimini, gelişmiş estetik beğenisini ve sağlam dünya görüşünü terkisine alarak yaklaşıyor oyunlara. Ameliyat masasına yatırırken damar kesmiyor, iskeletini çökertmiyor onların. Tam tersine, yapıtları hem yatay düzlemde hem dikey düzlemde okuyarak, görünenin altında yatan dizgeyi arayıp bulmaya, oyunlardaki “derin yapı”ya, oradan “derin anlam”a ulaşmaya çalışıyor. Ustalıkla bunu başarıyor da. Yapıdan anlama gidip gelen sarkacı arayıp buluyor. Claude Levi-Strauss’tan “ödünç” alınan bir bakışla (adından da anlaşılacağı üzere), oyunlar hem yatay düzlemde hem de düşey düzlemde okunarak bütündeki “ezgi ve uyum”a ulaşılıyor. “Yapı ile anlam” arasındaki sarkacın da hangi yasalarla gidip geldiği ve nasıl bir işlevi yerine getirdiği, sağlam düşünsel temllere oturtularak açıklanıyor.

II.7. Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar / Uzun Yolda Bir Mola

Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar üst başlığıyla yayımlanmış Uzun Yolda Bir Mola’yı, ömrünü tiyatro eleştirisine vermiş, Cumhuriyet dönemi tiyatromuzun ilk otuz yılı dışındaki yıllarında yer alan etkinlikliklerine tanık olmuş, o etkinlikleri gerçekleştirenlerin büyük bir çoğunluğuyla tanışmış, dostluklar kurmuş, tiyatro kurumlarımızı yakından izlemiş bir eleştirmenin “değerlendirme kitabı” olarak nitelemek yanlış olmasa gerek.  Ancak kendisinin de belirttiği gibi, bu bir tiyatro tarihi kitabı değil. Metin And’ın, Sevda Şener’in, Özdemir Nutku’nun kaleme aldığı, kronolojik tiyatro tarihi kitaplarına pek benzemiyor. Daha çok tema ve konularla ilerleyen bir kitap. Ancak tiyatro düşüncesine ve tarihine çok önemli bir katkı. 2011’de yayımlanan kitap 2019’da ikinci baskısıyla çıkmış okurun karşısına.

Yüksel’in sözünü ettiği “mola”, uzun yıllarını tiyatroya verdiği için yorulmuş bir eleştirmenin “dinlenme imdadı” değil kuşkusuz. Ayşegül Hoca, o gün olduğu gibi bugün de, ara vermeden, hız kesmeden, çalışmaya, üretmeye devam ediyor. Bu, daha çok, tiyatromuzun, gerçek bir atılım içine girmeden, daha doğrusu girebilmesi için, geldiği noktada durup geçmişine bakmasını, düşünmesini, kendini değerlendirmesini, yanlışlarıyla yüzleşmesini gerektiren bir “mola”. Doğru yolda olup olmadğını anlamak, ne kadar yol aldığını görüp değerlendirmek, eksiklikler varsa onları saptayıp gidermek için yeterli bir süre geçmiştir. Bu “muhasebe”den sonra, gerekirse yön ve hedefeler de değiştirilip “yola devam” edilecektir. Ancak tiyatromuz bunu yapabilirse, yeni hedefler koyabilecek, yeni yöntemler bulup uygulayabilecek, özgün ve çağdaş bir sanat dalı olabilecektir.

Peki bu “mola”nın verilmesi neden daha önce önerilmemiştir de, kitabın yazıldığı tarih saptanmıştır?.. Çünkü tiyatro kurumlarımızın birçoğu için yarım asra varan yıldönümleri gelip çatmıştır. Kitabın yazılmaya başlandığı tarihlerde, Cumhuriyetimiz 90. yaşına yaklaşırken, Devlet Tiyatrolarının kuruluşunu simgeleyen Küçük Tiyatro’nun kuruluşunun 60., Bursa Devlet Tiyatrosunun kuruluşunun 50., Genç Oyuncular ve Ankara Deneme Sahnesi’nin 50., Kent Oyuncuları ve Ankara Sanat Tiyatrosunun 45., “ülkemizde tiyatro bilimine atılan ilk adım” olarak kabul edilen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Enstitüsü’nün (ki sonra yerini tiyatro kürsüsü ve tiyatro bölümü alacaktır) kuruluşunun 50. yılıdır. Ülkemizin sahne ve çalışan sayısı bakımından en büyük tiyatrosu olan ve Cumhuriyetin simge kuruluşlarının biri olan Devlet Tiyatrolarınınsa 2009-2010 yılında 60. yılı kutlanacaktır. Yüksel, “kısacası, tiyatromuzda ‘başlangıç’ın ‘sonu’na ulaşmış”[10] olduğumuzu düşünmektedir.

Alıntılayacağımız başlıklar, kitabın çerçevesi ve içeriği bakımından bir fikir edinilmesine katkıda bulunacaktır: “Doğu ile Batı Arasında Kimlik Arayışı”, “Gelenekten Beslenme”, “Cumhuriyet Dönemi Sürecinde Dünden Bugüne”, “Oyun Yazarlığında Nitel ve Nicel Oluşumlar”, “Yazar Tiyatrosu”, “Belgesel Oyun/Tiyatro”, “Müzikli Tiyatromuz”, “Devlet Tiyatroları: Zorunlu ve Sorunlu”, “Özel Tiyatrolar: Çoksesliliğin Simgesi” (Kent Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu…) “Amatör Tiyatroculuk: Olmazsa Olmaz” (Ankara Deneme Sahnesi, Genç Oyuncular, ODTÜ Oyuncuları), “Tiyatro Eleştirisinde Temel Boyutlar”, “Tiyatro Eğitimi: Bir İleri Bir Geri”, “Türk Tiyatro Biliminin Üç Büyükleri” (Sevda Şener, Metin And, Özdemir Nutku).

Tiyatro sanatçılarımızın ve biliminsanlarımızın bu “muhasebe”yi ne kadar yaptıkları tartışılır. Sonuçlardan hareketle ve en iyimser bakışla, bu molanın devam ettiğini düşünebiliriz. Ancak Ayşegül Hoca, büyük fotoğrafı çektikten sonra, şu genel sonuçlara varır:

“Tiyatro sanatçıları, yazarları, eğitmenleri ve tiyatro kurumları olarak, görevimizin günü kurtarmak ya da eldekiyle yetinmek değil, sanatsal duyarlılığımızı, bilgi ve birikimimizi, daha zekice, daha hünerli, daha incelikli, daha yenilikçi, daha vurucu olanı yakalama adına kullanmak olduğunun bilincine varmamız gerekli. Sürekli bir ‘arayış’ı ve bu yönde emek harcayışı bir yaşam biçimine dönüştürmemiz… ‘Gelişme’nin tek anahtarı budur kanımca.”[11]

Umarım bu mola çok uzun sürmez, tiyatromuz bir an önce, bu öneriler doğrultusunda, liyakati baş tacı ederek, büyük bir atılım içine girer ve dünya tiyatrosuna katkıda bulunacak düzeye gelir.

II.8. Dram Sanatında Sınırları Zorlamak

Ayşegül Yüksel’in, 2013’te, tiyatro kitapları emektarı Mitos-Boyut tarafından yayımlanan, Dram Sanatında Sınırları Zorlamak adlı kitabı ilk bakışta, bir makaleler toplamı kitabı gibi görünebilir. Oysa okunduğunda, kitapta yer alan makalelerin, belli bir dizge içinde, özenle seçildiği, bir kısmının kitap için yazıldığı ya da gözden geçirildiği görülecektir. Doktora tezini ve ilk kitabını yapısalcılık üzerine yazmış bir yazar ve akademisyen olan Yüksel’den, öyle “yığma” bir kitap yazması zaten beklenemez. Bütün kitapları gibi, bu kitabı da, hem biçim hem içerik olarak bir yapı içinde oluşturulmuş.

Kitapta yer alan makaleler, Antik Yunan tiyatrosundan günümüze doğru sıralanmış. Dram sanatının yalnız ana dönemlerini değil, ara dönemlerini de temsil eden oyun incelemelerini ve o oyunların üzerinden geliştirdiği kuramları içeriyor. Ancak makalelerin yerleştirilmesi kronolojik bir sıra izlese de, yazarının da önemle vurguladığı gibi, kitabın amacı, dram dönemlerini tanıtmak ve o dönemleri temsil eden oyunların incelemelerini peş peşe sıralamak değil. Kitap, daha çok her dönemdeki “norm”dan biçimsel “sapma”nın peşine düşüyor. O sapmalar ki, bir sonraki döneme geçişte yeniliğin kapısını aralıyor. İşte kitap, dram sanatında “yinelenen”in değil, “yenilenen”in irdelemesi.

Sorumluluk duygusu çok gelişmiş bir eleştirmen olan Ayşegül Yüksel’i böyle bir kitap yazmaya itense, günümüzde ağırlığını hissettiren performans sanatı. Bu yeni yaklaşım, konvansiyonel tiyatronun yerini almaya başlamıştır. Başka bir deyişle, bir kez daha dram sanatının sınırları zorlanmaktadır. Yüksel, bilgiye dayanan bu gözlemini şöyle dile getirmektedir:

“Günümüzde ise, dram sanatının özelliklerini belirleyen temel anlayışlar yıkılıyor. Modern sonrası dönemin metinleri, bir öyküyü doğrusal çizgide canlandırma amacına hizmet eden oyun metni yerine, çağrışım yaptıran, ‘metinlerarasılık’ içeren bir dram anlayışı içeriyor. ‘Diyalog’ önemini yitiriyor. ‘İç ses’ öne çıkıyor. Bir yandan da ‘metin’ olgusunu en aza indirgeyen ya da yok sayan, ‘performans’a odaklı tiyatro anlayışları gelişiyor.”[12]

Yüksel, dram tarihi içindeki benzer dönemleri, yenilenme çabalarını değerlendirerek, performans sanatının peşine düşen gençlere ışık tutmak ister gibidir. Bu çabasını da, engingönüllü bir dille şöyle açıklamaktadır:

“Bu kitap, dram sanatında sınırların zorlandığı aşamalarda görülen değişimlerin bir bölümünü, bu tür değişimlere katkıda bulunmuş kimi yabancı ve yerli yazarların ve yapıtlarının incelenmesini içeren makalelerden oluşmaktadır.”[13]

Yalnız yazarların değil, aynı zamanda, yazarın işlevini yüklenmeye başlayan yönetmenlerin ve metni sahnede oluşturmaya katkıda bulunan oyuncuların da okuması gereken bir kitap. Gerçek akademisyenlerin ise, zaten işi gücü bu.

II.9. “Sahne Büyücüsü”nün Sırrını Arayan Bir Kitap: “William Shakespeare: Yüzyılların Sahne Büyücüsü”

Yüksel, meslektaşları ve öğrencilerinin yanı sıra, yazarlar, dramaturglar, yönetmenler, oyuncular, tasarımcılar ve seyirciler için, dörtyüzelli yıldır hiç eskimeyen, sahnelerden düşmek şöyle dursun, yıllar geçtikçe daha çok sahnelenen, William Shakespeare üzerine kapsamlı bir kitap yazdı. 2017’de Habitus yayınları arasında çıkan, ertesi yıl ikinci baskısı yapılan, William Shakespeare: Yüzyılların Sahne Büyücüsü adını taşıyan bu kitap, Ayşegül Yüksel’in elli yıllık bilgi birikimini temize çektiği, yeni kaynaklarla besleyip damıttığı bir başucu kitabı niteliğinde.

Yetkin mi, yoksa yaygın mı, işte bütün mesele bu!

Eski ama eskimeyen bir kanı vardır: Yüksek kaliteli olan yapıtlar genellikle popüler olamıyor ve geniş kitlelere ulaşamıyor, popüler olan, geniş kitlelere ulaşan yapıtlar da her zaman kaliteli olamayabiliyor. Bu kuşkusuz sanat eğitiminin kökleşmediği toplumlarda daha çok göze çarpıyor. Ancak böyle toplumlarda bile, bu uyuşmazlığın üstesinden gelebilmiş sanatçıların varlığından söz edebiliriz. Homeros, Cervantes, Dostoyevski, Gorki, Mozart, Chaplin, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi sanatçılar bunlardan bazılarıdır. İşte bu sanatçıların en çarpıcı olanlarından biri de William Shakespeare’dir. Shakespeare, yüksek kaliteli yapıtlar ortaya koyduğu halde popüler de olabilmiş, ama öte yandan popülerliğe teslim olmayıp yüksek kalitesini hep koruyabilmiş ender yazarlardan biridir. Üstelik bunu yalnız çağında başarmakla kalmamış, yüzyıllarca korumayı başarabilmiş, “zamana ve zemine dayanabilmiş” sıra dışı bir sanatçıdır. Ayşegül Yüksel’in kitabından alıntılayacak olursak “İncil’den sonra en çok okunan yapıtlar onunkilerdir.”[14] Bu kadar da değil, “bütün zamanların en ‘çok satan’, eğitim kurumlarında en çok okutulan, hakkında en çok kitap ve makale yazılan yazın insanıdır.”[15] Shakespeare yalnız okunmakla ve okutulmakla da kalmamıştır. “Oyunlarından opera ve bale yapıtları, senfonik orkestralar için besteler üretilmiş, pek çok yapıtı popüler sinema yapıtlarına dönüştürülmüş, öykülere, çizgi roman ve çizgi filmlere konu olmuştur.[16] Günümüzde, replikleri aforizmalara dönüştürülmüş olan yazardan yapılan alıntılar, açılış ve kapanış konuşmalarının, sanatsal ve bilimsel bildirilerin vazgeçilmez “girizgahları” ya da sonuç cümleleridir.

Peki nedir bunun sırrı? Bir insan tek başına (!) bunu başarmış olabilir mi gerçekten? Kimliği bile tartışmalı olan, yapıtlarıyla hakkındaki birçok iddiayı (örneğin Akdenizli olma ihtimalini) haklı çıkarma potansiyeli bulunan bu yazar-şairin sırrına ermek o kadar kolay mı?  Kolay olsaydı, tiyatro ve şiir tarihimizde, bir tek Shakespeare’miz olmazdı (hepimiz nasıl da benimsiyoruz O’nu). Shakespeare gibi olmak kolay olmasa da, yapıtlarından hareket ederek, O’nu anlamak, büyüklüğünün ve başarısının altında yatan nedenleri bulup ortaya çıkarmak, kısaca “sırrına ermek” olanaklı olsa gerek. Onun yaptığını yapamazsak da, nasıl yaptığını anlayabiliriz, hiç değilse…

Bu düşünce ve arzudan hareket edilerek, Shakespeare’in 20 yılı aşkın sürede yazmış olduğu 38 oyun hakkında onbinlerce, kitap ve makale yazılmıştır. Bırakın Shakespeare’i, Polonyalı Shakespeare uzmanı, Jan Kott, yalnızca Hamlet oyunu üzerine yazılmış kitapların kaynakçasının Varşova’nın telefon rehberinin iki katı büyüklüğünde olduğunu belirtmektedir.

          Kim bu Shakespeare?  Hangi şartların ürünü?

İşte Prof. Dr. Ayşegül Yüksel, böylesine iddialı bir alanda, Shakespeare’i yapıtlarıyla birlikte anlama ve anlatma çabası içine giriyor ve bunu başarıyor da, William Shakespeare: Yüzyılların Sahne Büyücüsü” adlı yapıtında. O’nu geniş bir anlama çemberiyle çok yönlü olarak kuşatmak için, yapıtlarına kronolojik yaklaşmak yerine, çok isabetli bir kararla başka bir bölümlemeyi bilinçli olarak seçmiş kitabına. Yalnız yapıtlarıyla da yetinmemiş. Metin dışı evrenden de yararlanmış olabildiğince. Yazarın bilinen öyküsünü, içinde büyüdüğü sosyal ve siyasal ortamı, o dönemin tiyatro yaşantısını dile getiriyor. Shakespeare’in “kim”liği üzerindeki çeşitli iddialara değindikten sonra, O’nun oyunlarını yazdığı Elizabath Dönemi tiyatro ortamının analizine girişiyor. Yapıtları irdeleyerek seyircinin, tarihsel bilgileri değerlendirerek de yapıtların sırrına ermeye çalışıyor. Yararlandığı Shakespeare uzmanlarından biri olan Shapiro’nun ortaya koyduğu verilerden hareketle “Londra’nın yetişkin nüfusunun üçte birinden çoğu her ay bir oyun izliyor olmalıydı”[17] tespitinde bulunuyor. Bu kuşkusuz geniş bir hedef kitle. O büyüklükteki bir oyun yazarı “hedef kitle”sini belirlemeden, onu hesaba katmadan öylesine başarılı oyunlar yazabilir miydi? Peki kim o dönemdeki seyirci? Hangi kesimlerden oluşuyor? Yüksel, bunun yanıtını şöyle veriyor: “Romantik aşk sözleri özleyen genç soylu hanımlar, sıkı dövüş sahneleri isteyen şövalyeler, sokak diliyle yapılan belden aşağı şakalara meraklı ayaktakımı, hınzırca laf etmelere, tip taklitlerine, itişmeli kakışmalı fars sahnelerine bayılan çıraklar, bir yandan kalabalık içinde kendilerine müşteri ararken, geçici olarak oyunların yarattığı dünyaya geçiş yapan fahişeler ve en önemlisi ‘alaylı’ sayarak küçümsedikleri Stratford köylüsünün (bu Shakespeare oluyor!) bu kez ne ‘yumurtladığını’ kıskançlıkla bekleyen ‘rakip ozan’lar.”[18]

Prof. Yüksel’in özel bir bölüm ayırarak önemle üzerinde durduğu konulardan biri de, Shakespeare’in içine doğduğu ve oyunlarını yazdığı tarihsel ortamdır. Bu bölümün ilk satırlarında “İngiltere rönesans’a İtalya’dan yaklaşık yüzyıl sonra, 16. yüzyılda adım atmıştır” tespitinde bulunuyor. İşte bir cümleyle özetlenebilen bu süreç altıyüz-yediyüz yıllık uzun bir eşiğe denk düşüyor. Kuşkusuz, Shakespeare büyük bir dahi, ama O’nun dehasını ortaya çıkaracak ve besleyecek tarihsel dönem de, dahiyane bir özelliğe sahip. Ortaçağdan Rönesansa, feodaliteden monarşiye, tarımsal üretimden kapitalist üretim ilişkilerine, katoliklikten protestanlığa (protestanlığın kurumsallaşmasına) geçişteki bütün çelişkiler ve çatışmalar Shakespeare’in oyunlarına yansıyor ve onları zenginleştirip daha da ilgi çekici hale getiriyor.

Ümmet olmaktan birey olmaya giden bu yolda, kararsızlıklar, duraklamalar yaşanmakta, kalkışılan eylemlerin sonucunu göğüslemek her zaman kolay olmamaktadır. Bu geçiş sürecindeki fırtınalar, insanların akıllarını ve ruhlarını savurmakta, eylemlere itmekte, sonuçları itibariyle onları komik ya da trajik yapmaktadır.

Shakespeare’in oyunları, bütün oyun kişilerinin haklı olduğu, karşılaştıkları kavşaklarda birbirleriyle çatıştıkları, kimi zaman acı çektikleri, kimi zaman acı verdikleri ve adil bir sonuca vardıkları ortamlar olarak karşımıza çıkıyor. Ayşegül Yüksel’e göre Shakespeare’in çözüm olarak altını çizdiği ilke “şiirsel adalet”tir.[19] Bu adalet bazen ilahi ama daha çok “insani” ve “dünyevi”dir.

Geleneğe sırtını dayayıp saçlarını gökyüzüne uzatmak…

Bilsek bile, genellikle unutma eğilimi içinde olduğumuz konulardan biri, Shakespeare’in kendinden önceki geleneği çok iyi bildiği, ondan “azami” derecede yararlandığıdır (genellikle Shakesperae’in büyüklüğünü daha çok O’nun dehası ile açıklamaya çalışıyoruz). Yalnız yapıtlarına bakarak bile klasik yazarların yapıtlarını okuduğu sonucuna varabiliriz. Bunu kanıtlayacak bir veri yok elimizde. Ama benzeri az bulunan o estetik beğeniye ve felsefi derinliğe ulaşmak başka türlü pek olanaklı görünmüyor. Zaten, Tom Stoppard da, eldeki bilgilerden ve bilinmezlerden hareket ederek Aşık Shakespeare filminin senaryosunu yazmamış mıydı...

O’nun ve çağdaşlarının daha çok (dönemin İngiliz seyircisi de bunda etkili olmuş olabilir) Roma Dönemi yazarlarının, özellikle de Seneca’nın etkisi altında olduğu anlaşılıyor. Ayşegül Yüksel, Shakespeare’in trajedi damarını izleyerek Seneca’ya ulaşıyor. Hem kendinden önceki tiyatro geleneğinden hem de tarihten çokça yararlanan Shakespeare, yararlandığı gerçeklere pek de sadık kalan bir yazar değil. Tarihsel gerçeğin değil, sanatsal gerçeğin (dramaturjinin) hizmetinde hissediyor kendini. Geçmiş yapıtları değiştirip geliştirmekten, tarihsel verileri eğip bükmekten, zamanı hızlandırıp yavaşlatmaktan, hatta atlatmaktan geri durmuyor. Yapıtlarından ulaştığımız sonuç bu. Örneğin, tarihsel veriler III. Richard’ın bedensel sorunlarından söz etmezken, Shakespeare’in çarpıcı bir sahne etkisi yaratmak için öyle bir karakter yaratma yoluna gittiği anlaşılıyor. Benzer örnekler, Yunan düşünür ve biyografi yazarı Plutarkhos’un “Yunanlar’ın ve Romalılar’ın Koşut Yaşamları” adlı yapıtından hareket ederek ve başka kaynaklardan yararlanarak yazdığı Julius Caesar, Antonius ve Kleopatra, Coriolanus ve Atinalı Timon oyunlarında da var. Ayşegül Yüksel’in incelemesinde bu bölüm de “takdire şayan”.

Yüksel, kitabının öteki bölümlerinde, Shakespeare’in saf trajedi ve saf komedi çizgisindeki oyunlarını hem gruplayarak hem de ayrı ayrı, enine boyuna irdeliyor. Bu iki temel gruba girmeyecek olan yapıtlarını da, başka başlıklar altında inceliyor. Şaheser düzeyindeki oyunlarına (Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth, Kral Lear, Bir Yaz Dönümü Gecesi, Othello gibi) daha çok yer vermesi ise doğal olduğu kadar gerekli de. Bu parlak irdelemelerinde, aklının terkisine (adını vermese de) tarihsel eleştiriden sosyolojik eleştiriye, psikolojik eleştiriden (“Psikoloji Biliminde Hamlet Yorumları” başlıklı bir bölüm var, örneğin) uzmanı olduğu yapısalcı eleştiriye ve göstergebilime kadar birçok eleştiri kuramın ve yöntemini alıyor. Bu çetin metinlerin üstesinden alnının akıyla geliyor Ayşegül Yüksel.

Hayli tartışmalı olan Shakespeare ve kadınlar konusuna da, kitabında özel bir bölüm ayırmış. Ortaçağ’ın kadınları, adları olsa da, kendileri var’la yok arasındadır. Kadın rollerini sahnede erkekler oynamaktadır. Kadın karakterlerin içine erkek egemen bakışın ruhu üflenmiştir adeta. Klişelere dayanan bu bakış gerçekçi değildir. (BBC yapımı Stage BeautySahne Güzeli adlı film yalnız güçlü bir yapım olduğu için değil ama aynı zamanda bu bakımdan da izlenmeye değer). Kadının varlık mücadelesinin (özgürlük mücadelesi demek için vakit henüz erkendir) verildiği bu dönemde, Shakespeare’in kadına bakış açısı elbette önem taşımaktadır. Bu en tartışmalı konulardan biridir. Oyunlarını okuduğumuzda, kadınları oyunlarında değerlendirirken, gerçekçi olmakla, adil olmak arasında kaldığını gözlemliyoruz. Onları aşık olarak yaratırken pek sorun yok da, eş ya da evlat olarak yaratırken, dönemin koca ve baba bakışına düşmekten kendini kurtaramıyor. Örneğin Hırçın Kız’daki “aşk” mazereti, erkek egemen bakışı aklamaya yetmiyor.

          “Hemşehrimiz Shakespeare[20]

Ayşegül Yüksel, sondeyişten önce, Shakespeare’in sahnelerimizdeki serüvenini dile getirdiği bir bölüm de eklemiş kitabına. Bu bölümü okumak, bir bakıma tiyatromuzun batılılaşma serüvenine tanık olmakla eşdeğerdir. Shakespeare Batı tiyatrosunun doruğudur. O’nu tanımak ve içselleştirmek, keyifli olmakla birlikte hiç de kolay olmamıştır. “Arabın İntikamı”dan “Otello”ya geçmek için yalnız uzun yıllar geçmemiş, imparatorluktan Cumhuriyet’e geçilmiştir. Muhsin Ertuğrul’un Genel Sanat Yönetmenliği döneminde, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro sezonunun mutlaka bir Shakespeare oyunuyla başlatılması ise, bu alanda ne kadar yol alındığının somut bir göstergesi. Shakespeare için söylediği “Shakespeare insansa ben neyim? Ben insansam Shakespeare ne?” sorularıysa Shakespeare’in büyüklüğünün takdir edilmesinin yanı sıra, Muhsin Ertuğrul’un kadirşinaslığının ve engingönüllülüğünün de bir yansıması. Aynı kitaptan, Shakespeare’in doğumunun 400. yılı nedeniyle İstanbul Şehir Tiyatrolarında, aynı anda 7 oyununun oynandığını, 450. yılında ise, Devlet tiyatrolarında yine 7 oyununun sahnelenmiş olduğunu öğreniyoruz. Birçok yapıtının defalarca sahnelenmesi, bu sahnelemelerde farklı denemelere girişilmiş olması (Kadın Hamlet’lerden, Bahar Noktası gibi çeviri ve uyarlamalara, “Bir Ata Krallığım” gibi kolajlardan, tek kişilik Hamletlere kadar) sahnelerimizin Shakespeare’le çok cebelleştiklerini, cebelleştikçe düzeylerini arttırmak zorunda kaldıklarını öğreniyoruz. Yönetmenlerimizin, Shakespeare’in metinleri düzeyinde sahnelemelere her zaman ulaşamazlarsa da, bu metinlerin altından ezilmedikleri sonucuna varıyoruz.

          Sanatla ilgili “her eve lazım”

Kuşkusuz sanat yapıtları bir “okuma” ile tüketilemez. Ayrıca, bir yapıtın bir tek “doğru” yorumu yoktur. Hatta “doğru yorum” yoktur. Okurlar değiştikçe her okumada yeniden üretilir yapıt. Hele de bunlar Shakespeare’in yapıtları gibi, çok katmanlıysa ve farklı alımlama-yorumlamalara açıksa. Okurlar ve seyirciler, yıllar, onyıllar, yüzyıllar içinde değiştikçe, bu yapıtların da yeni yorumlarının olması doğaldır. Yeni okumalar için meydan okur Shakespeare’in oyunları. İşte bu kitap, çağımızın çok iyi Shakespeare okumalarından biri ve ilk sıralara aday.

Oyun yazarı olmak isteyip de herhangi bir yazarlık bölümü okuma şansı bulamamış olanlar, Shakespeare’in bütün oyunlarını (kuşkusuz enine boyuna, ve Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun Shakespeare Sözlüğü kılavuzluğunda), Jan Kott’un Çağdaşımız Shakespeare, Mina Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet, Özdemir Nutku’nun Gecenin Maskesi, Ayşegül Yüksel’in William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü adlı kitaplarıyla birlikte okudukları taktirde bir yazarlık ve dramaturji bölümü bitirmiş kadar olurlar.

Yazarlara, dramaturglara, yönetmenlere, oyunculara, tasarımcılara, öğretim elemanlarına, öğrencilere, kısacası tiyatro ve şiirle ilgili herkese öneririm. “Hayat ve sanatla ilgili herkese” diye de genelleyebiliriz kitabın hedef kitlesini. Ayşegül Hocanın kalemine, aklına, yüreğine, ömrüne bereket…

 

          II.10. Bir Çınardan Bir Çınara “Güneşin Sofrasında”, “Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni”

Genco Erkal’la Ayşegül Yüksel, kariyerlerinin başında olmasa da, sonrasında, tiyatroda kaliteyi önde tuttuklarından olsa gerek, yolları sık sık kesişen iki büyük tiyatro insanı. Yüzyılı bulan Cumhuriyet dönemi tiyatro tarihimizin 50-60 yılında hep varlar. Biri, yaratıcılık, ustalık tarafında, öteki eleştirel bilimsellik tarafında. Özellikle son otuz kırk yılda, iki bakışımlı aynayı andırırcasına, birbirlerine bakarak, kendilerini daha iyi görmüş, geliştirmiş, derinleştirmiş gibidirler. Kadir kıymet bilerek ama niteliği hep önde tutarak büyümüş, iki büyük çınar haline gelmişlerdir. Bu eleştirel-dayanışmacı iletişim-ilişki biçimi bir kitapla taçlandırıldı. Genco Erkal’ın bireysel olarak (altmış yıldır) ve Dostlar Tiyatrosu serüveni içinde (elli yıldır) ürettikleri bir kitaptan taşacak kadar birikince, o kitabı yazmayı da Prof. Dr. Ayşegül Yüksel üstlenmiş. Bir hak ediş olarak… Bir görev olarak… Kutlanacak bir ritüel olarak… Tiyatromuza büyük bir katkı olarak…

On üç bölümden oluşan Güneşin Sofrasında, Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni kitabının bölümleri kronolojik değil, daha çok tematik olarak sıralanmış. İkinci baskısı kitapçı raflarında yer alan söz konusu kitabı özetleyecek değilim. Ancak edindiğinizde, Türkiye’nin uygarlık tarihiyle iç içe geçmiş tiyatro tarihimizin titizlikle araştırılıp, Brecht’in belirttiği gibi, uzak açıdan irdelendiği bir araştırma ve yorum kitabı okuyacaksınız, hala okumadıysanız…

Kitapta ileri geri gidiş-dönüşlerle ortaya konan yapımların, neredeyse tamamı üzerine eleştiri yazmış olan Ayşegül Hocanın, doğal olarak, bu metinlerin içinde yer aldığı bazı kitaplarından da yararlandığı anlaşılıyor. Bunların başlıcaları, Haldun Taner Tiyatrosu, Samuel Beckett Tiyatrosu, Çağdaş Türk Tiyatrosunda On Yazar, Sahneden İzdüşümler, Dram Sanatında Ezgi ve Uyum, Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar: Uzun Yolda Bir Mola, Dram Sanatında Sınırları Zorlamak.

Güneşin Sofrasında kitabında, Erkal’ın sanat yolculuğu, yine ileri-geri gidip gelerek, anılar, öykücükler, eleştirilerle desteklenerek anlatılıyor. Özellikle, ilk yılları çok çarpıcı. Ayrıca genç tiyatro sanatçıları için, çıkarılabilecek tiyatro dersleriyle dolu. Ayşegül Yüksel, “Genco adlı bir tiyatro ‘heveslisi’nden nasıl üst düzeyde bir ‘tiyatro insanı’nın oluştuğunu göstermek de eleştirmenlik görevi” diyerek bu görevi, olabilecek en iyi biçimde yerine getirmiş.

Yüksel, kitabında, Dostlar Tiyatrosu’nun kuruluşunu da mercek altına alıp irdeliyor. Kariyerine, 1959-1960 tiyatro sezonunda, Kenter Tiyatrosu’nda, Çöl Faresi oyunuyla başlayan Genco Erkal, Ankara’da askerlik görevini yaparken Ankara Sanat Tiyatrosu’nda da önemli çalışmalara imza atar. İstanbul’a döndükten sonra, 1969’da, arkadaşları Mehmet Akan, Şevket Altuğ, Arif Erkin’le birlikte Dostlar Tiyatrosu’nu kurar. Nurten Tunç ve Ferit Erkal da, bu tiyatroda yönetici ve işletmeci olarak çalışacaklardır. Daha çok Anadolu’da etkinlikte bulunmayı hedefleyen sanatçılar, önce yarı ödenekli bir bölge tiyatrosu oluşturmak isterler. Ancak, Anadolu’dan (düşündükleri kent Adana’dan) yeterli desteği göremeyince, İstanbul’da, işçi sendikalarıyla bağlantılı bir tiyatro olmaya karar verirler. Ancak bu tasarı da gerçekleşmez. İşçi ve öğrenci hareketlerinin yükselişte olduğu o dönemde, başvurdukları sendikalar, nedense tiyatroyu öncelikli bulmazlar ya da ona ayıracak parasal destekleri yoktur. Bu olumsuz koşullar, Dostlar Tiyatrosu’nun kendi yağıyla kavrulacak özerk ve özgür bir tiyatro haline gelmesinde, bir bakıma olumlu rol oynar.

Kurulduğu ilk yıllarda bile, sadece bir tiyatro olarak kalmaz Dostlar Tiyatrosu, zamanla bir kültür-sanat kurumu haline gelir. Özellikle 1973-1978 döneminde, Ümit Tiyatrosundaki etkinlikleri, toplumcu bir sanat kurumu olarak ayrı bir incelemeyi gerektiriyor. Yüksel’in sözcükleriyle o dönem şöyle aktarılıyor kitapta:

“Bu dönemde, Dostlar Tiyatrosu’nun üç yan kuruluşu vardır. Ruhi Su’nun eğitmenliğindeki Dostlar Korosu, tiyatro kursları ve Mehmet Akan’ın sorumluluğunda olan Halk Sanatları Derneği (HASAD). Bu dernek halk danslarını çağdaş koreografiyle buluşturma çalışmalarını da içermektedir. Tiyatro kurslarında ise sınavla alınan öğrenciler eğitim görmektedir. Bugün uluslararası düzeyde ünlü olan oycuncu-çevirmen Serra Yılmaz, opera sanatçısı Yekta Kara, tiyatro sanatçısı Gülümser Gülhan ve Dostlar’a dramaturg, çevirmen, yönetmen yardımcısı, oyuncu olarak yıllardır katkıda bulunmuş / bulunmakta olan Zeynep Irgat bu kurslarda eğitim görenler arasındadır.”[21]

Théâtre du Soleil gibi bir ortaklık/yoldaşlık projesi olarak hayata geçirilen Dostlar Tiyatrosu, 1978 yılına geldiğinde, salonsuzluktan ve çeşitli olanaksızlıklardan dolayı kadrosunu dağıtmak zorunda kalır. Bir “prodüksiyon tiyatrosu”na dönüşür. Ancak, Dostlar Tiyatrosu, politik olarak, kuruluş ilkelerinden ödün vermeden ve daha çok Genco Erkal’ın sırtında yoluna devam eder.

Dostlar Tiyatrosu, iniş-çıkışlarla, her zaman belli bir kalitenin üstünde üretilen çeşitli yapımlarla, karşılaştığı engellemeler ve yasaklamalarla kırk yılı daha geride bırakırak ellinci yılına ulaşır. Bu sürede ortaya konan altmış dolayında yapımdan kırk yedisinin rejisini Erkal yapar. Ürettiği yirmi beş dolayında uyarlamanın on yedisi Dostlar Tiyatrosu’nda dünya prömiyeri gerçekleşir.

Birçok emeğin birbirine eklemlenmesiyle oluşmuş bu değerli kitabı okumak, yalnız geçmişi ve geçmişte yapılmış tiyatro etkinliklerini anlamak için değil, fakat aynı zamanda, günümüz toplumunu anlamak ve geleceğe dönük bir tiyatro tasarlamak için de, paha biçilmez, büyük bir deneyim olacaktır.

 

III.Ortak Yapıtları

III. 1. “Memet Baydur’un Ardından” Bir “Gönül Borcu” Kitabı: “Elveda Dünya, Merhaba Kainat”

“Elveda Dünya, Merhaba Kainat”, Prof. Yüksel’in, Prof. Dr. Sevda Şener ve Prof. Dr. Filiz Elmas’la birlikte kotardıkları ortak bir kitap. Kitapta her üç yazarın yazılarının yanı sıra, birçok şairin, yazarın, yönetmenin, erken yaşta kaybetttiğimiz Baydur üzerine yazdıkları çarpıcı yazıları, röportajları içeriyor. İlk oyunu Limon’dan (1981) son oyunu Lozan’a (2001) kadar, yirmi yıla irili ufaklı yirmi altı oyun sığdırabilmiş Baydur’un, bazı gazete yazıları, şiirleri, notları, fotoğrafları da yer alıyor kitapta. Alişan Çapan’ın Baydur üzerine Çevat Çapan’la yaptığı röportaj da çok çarpıcı.

Sevda Şener’in deyişiyle “eleştirisini oyunlarının oyunsu keyfini kaçırmadan yapmayı başaran” bir yazar olan Memet Baydur, konvansiyonel oyun yazarlığımızın devamı niteliğinde olmayan, sıradışı bir yazarımız. Ne demek istediğimi, onun “kamyon” adlı oyunu üzerine yazdığım makalede daha iyi açıkladığımı sanıyorum. (Bakınız: Dramatik Dergisi, Sayı 3)

Memet Baydur’un diplomat eşi Sina Baydur’un desteğiyle oluşturulmuş olan kitap, oyun yazarımız üzerine araştırma yapmak isteyenlere, onun tiyatrosunun inceliklerine varmayı arzu eden tiyatro tutkunlarına önemli kapılar açacak bir kaynak niteliğinde. Sina Hanımın, Memet Baydur’un notlarından hareketle yazdığı Memet Baydur kısa biyografisi de, birinci elden çok önemli bilgiler sunuyor okura.

Yüksel tarafından, “tiyatromuzu bir anda ışıklandırıp, sonra da kayıveren bir yıldız” olarak nitelendirilen Baydur’un, “talihsiz” bir biçimde, dünyaya erken vedasının (51 yaşında) ardından, onun tiyatrosuna sahip çıkan bu değerli eleştirmenlerin çabaları, ailesi için bir teselli olsa gerek.

III. 2. Elbirliğiyle Kotarılan Türk Tiyatrosu Kitabı (Ortak Kitap)

Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in, yazılmasında ve geniş bir okur kitlesiyle buluşmasında, değerli katkılarda bulunduğu bir ortak kitap da Türk Tiyatrosu adını taşıyor. Kırsal ve kentsel tiyatro geleneklerimizin yanı sıra, Tanzimattan günümüze (2013 yılına) tiyatromuzun tarihsel evrimini içeren bu kitap, Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü tarafından, Açık Öğretim Fakültesinin bir yayını olarak ortaya çıktı. Kitabın öteki yazarları, Prof. Dr. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Nurhan Tekerek, Prof. Dr. Semih Çelenk, Doç. Dr. Özlem Belkıs, Doç. Dr. Uğur Akıncı, Prof. Dr. Müzeyyen Buttanrı ve Prof. Dr. Hasan Erkek’tir. (Son iki isim aynı zamanda kitabın editörleridir.)

Bugüne kadar, biri sanal olmak üzere, dört baskı yapmış olan bu kitap, belki de, tiyatro alanında en çok okura ulaşan tiyatro kitabı oldu. Tiyatro tarihimizin, alanın uzmanları tarafından (her ünitesi sıkıştırılmış bir kitap yoğunluğundadır) kaliteli bir biçimde dile getirilmesi ve genç okurlara ulaşmasında Prof. Yüksel’in de katkısı büyüktür.

Yüksel, yazmayı üstlendiği ünitesinde, 1980 sonrası tiyatromuzu ele alıyor. Bu dönemin siyasal atmosferini, toplumsal durumunu, tiyatro ortamını, oyun yazarlarını, öne çıkan oyun konularını ve eleştirisini değerlendiriyor.

Bu dönemdeki tiyatro etkinliklerinin büyük bir kısmına şahsen tanık olmuş ve çoğu için yazı yazmış olması kitap için büyük bir şans oldu.

 

  1. Ayşegül Yüksel’in Özgeçmişi

IV.1. Uzunca Bir Ömrün Kısa Özeti

Ayşegül (Günkut) Yüksel 1941 yılında İstanbul’da doğdu. 1959’da Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni, 1964’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Fulbright bursuyla gittiği A.B.D.’de New York University’den 1966’da Master of Arts derecesi aldı.

1969’da Y. Önder Yüksel ile evlendi.

A.B.D.’ye bir kez daha giderek New York’taki The New School’dan tiyatro yazını üstüne dersler aldı.

1970’te Ankara’ya yerleşti. Bir kızı (Ömür), bir oğlu (Özgür) oldu. Doktorasını 1981’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nde tamamladı. 1970-87 yılları arasında ODTÜ’de görev yaptı. 1981’de, A.Ü. DTCF Tiyatro Bölümünde de ders vermeye başladı. 1985’te doçent, 1992’de profesör oldu.

1987’den başlayarak A.Ü. DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı kadrosunda çalışan Yüksel 2006 sonunda kendi isteğiyle emekli oldu. Ankara Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı ile Tiyatro lisans/lisansüstü programlarında ders vermeyi 2013’e dek sürdürdü. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ile Atılım ve Başkent üniversitelerinde de yarı zamanlı olarak ders verdi.

1975’ten bu yana yazdığı tiyatro inceleme ve araştırma yazıları Özgür İnsan, Gösteri, Bilim ve Sanat, Milliyet Sanat, Tiyatro Tiyatro, Evrensel, Kitap-lık, Felsefe Yazın, Oyun, TEB Oyun, Sahne, Patika, Çağdaş Türk Dili dergilerinde, ‘ortak kitap’larda ve üniversite dergilerinde yer aldı. Kimi makaleleri ve bildirileri yabancı dillere çevrildi. 1979’dan bu yana Cumhuriyet’e oyun eleştirileri yazıyor. Yazıları iki haftada bir, gazetenin kültür sayfasındaki ‘Sahneden’ köşesinde yayımlanıyor.

Bir torunu (Ezgi) var.

 

IV.2. Yapıtları

IV.2.1. Özgün Yapıtları

Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu (1981, 1995)

Haldun Taner Tiyatrosu (1986, 2013)

Samuel Beckett Tiyatrosu (1992, 1997, 2006, 2012, 2017)

Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar (1997)

Sahneden İzdüşümler (2000)

Dram Sanatında Ezgi ve Uyum (2004, 2011)

Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar: Uzun Yolda Bir Mola (2011, 2019)

Dram Sanatında Sınırları Zorlamak  (2013)

William Shakespeare: Yüzyılların Sahne Büyücüsü (2017, 2018)

Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni, Güneşin Sofrasında (2019)

  1. 2. 2. Ortak Yapıtları

Elveda Dünya, Merhaba Kainat (2002)

Türk Tiyatrosu (2013)

 

III. 4. Ödülleri

1981 YAZKO İnceleme Özendirme Ödülü Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu kitabıyla

1982 Türk Dil Kurumu İnceleme Ödülü) Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu kitabıyla

1990 Tiyatro ve TV Yazarları Derneği Tiyatroya Hizmet Ödülü

1993 Kültür Bakanlığı Araştırma ve İnceleme Ödülü Haldun Taner Tiyatrosu adlı kitabıyla

1993 Kültür Bakanlığı Eleştiri Ödülü ‘Harold Pinter’ın Git-Gel Dolap Oyununda Anlatım Dizgeleri’ başlıklı makalesiyle

2005 118-Y LEO Y.Ç. ‘Eren Uluergüven Anısına’ Tiyatroya Emek Verenler Onur Ödülü

2006 Sanat Kurumu ‘Onur Ödülü

2007 12. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali ‘Emek Ödülü’

2008 Bademler Şenliği Erkan Yücel Onur Ödülü

2008 Tiyatro Ödülü Troya Folklor Araştırmaları Derneği

2009 Ankara Kavaklıdere Rotaract Külübü’nün Tiyatro Emek Ödülü

2010 Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Muhsin Ertuğrul Tiyatro Emek Ödülü (Tiyatro Bilimi dalında)

2011 Afife Tiyatro Ödülleri, Yapı Kredi Sigorta Özel Ödülü

2017 Sadri Alışık Tiyatro Onur Ödülü

2019 Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB, İstanbul) Onur Ödülü

2021 Tiyatro Gazetesi Onur Ödülü

 

Sonuç

Çok güç bir iştir, tiyatronun yeterince gelişmediği ülkemizde tiyatro eleştirmenliği yapmak. Çünkü yalnız seyirciye karşı değil tiyatroya karşı da sorumludur eleştirmen. Seyircinin oluşmasının, sayısının artmasının ve estetik beğenisinin gelişmesinin yanı sıra, tiyatronun ayakta kalmasının ve yaygınlaşmasının da sorumluluğunu hissetmektedir tiyatro eleştirmenliğine soyunan kişi. Bir yandan tiyatro oyunlarının daha çok yetkinleşmeleri için sanatçılara uyarılarda bulunurken öte yandan tiyatroya gelen seyirciyi ürkütmemeye, kaçırtmamaya büyük özen göstermek zorunda kalır, sağduyulu bir eleştirmen. Böyle bakınca, bıçak sırtında bir iş olagelmiştir tiyatro eleştirmenliği.

Prof. Dr. Ayşegül Yüksel de sorumluluk taşıyan eleştirmenlerimizin başında gelmektedir. Hemen hemen bütün eleştirilerinde yer yer bilgi vererek seyircilerin yetişmesine katkıda bulunduğu, onlarda bir bakış açısı yerleştirmeye ve geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir. Ama oyunları değerlendirmekte de hiç geri durmadığı, eleştirisini sakınmadığı, diyeceğini mutlaka dediği de, yazdıklarından anlaşılmaktadır. Kuşkusuz bu bazen dolaylı olabilmekte, satır aralarına gizlenebilmektedir. Bazen satırlar seyirci için satararaları ise “işten anlayan”, “işin uzmanı” tiyatro sanatçıları için olabilmektedir. (Bazen tiyatro sanatçıları satır aralarını okumayıp, buralarda gizlenmiş olanları üstüne almıyor, satırlarla yetiniyorsa bu da onların sorunudur). Böylece bir taş bir kaç kuş için birden atılmakta, hem tiyatro sanatçıları eleştirilerle uyarılmakta, yönlendirilmekte, hem seyircinin oyunu alımlamasına kılavuzluk edilmekte hem de seyircinin tiyatrodan kaçması önlenmekte, dahası yetişmesi ve artması, dolaylı olarak, sağlanmaktadır.

Ayşegül Yüksel’in kitaplarını okurken yalnız tiyatromuzun son elli yıllık serüvenini değil, bir eleştirmenin altmışsekiz yıllık serüvenini de dolaylı olarak gözlemliyoruz. Bu yolla, tiyatro seyircisi olarak altmış yılı bulan, eleştirmen olarak da “yarım asır” süren serüveninde, onun kendi içindeki değişimlerini, dönüşümlerini izlemek de mümkün oluyor.

Bu uzun serüven boyunca elbette değişmeyen şeyler de var. Eleştirmenin durduğu nokta, kendini konumladığı yer, bakış açısı bir bakıma hiç değişmiyor. Bu onun emekten, özgür düşünceden, aydınlıktan yana olan tavrı ve tutumu. Bütün bu serüven boyunca bu duruşu iyi ki değişmiyor.

Öte yandan bu duruşu büsbütün de aynı kalmıyor. Donmuyor, kalıplaşmıyor, klişeleşmiyor. Sahip olduğu dünya görüşünün bir gereği olarak bir değişim geçiriyor elbette. Ama bu kendi içinde bir değişim. Aynı kalarak değişiyor ya da değişerek bir bakıma yine aynı kalıyor. Dikkatle okunduğunda, özünü koruyarak bir değişim geçirdiğini yazdığı satırlarda ve satır aralarında izleyebiliyoruz. Görünürdeki değişim ise daha çok biçimde, dilde, yaklaşımda kuşkusuz. Bu da olumlu yönde bir değişim. İyiyken daha iyiye, yetkinken daha çok yetkinleşmeye doğru bir gelişim. Artan bir birikime dayanan, daha aydınlık bir dile, daha berrak bir üsluba doğru yol almış olan bir evrim. Bu yönüyle, tiyatro öğrencilerine, alandaki genç akademisyenlere ve genç tiyatro eleştirmenlerine de örnek olacak nitelikte.

Yüksel’in kitapları bir kerede tüketilecek, okunup bir yana bırakılacak kitaplar değil. Kuşkusuz, başından sonuna kadar okunabilecek, önemli sonuçlar çıkarılacak ve çeşitli tatlar alınabilecek yapıtlar. Ama aynı zamanda tiyatrobilimcileri, tiyatro sanatçıları ve tiyatro okullarının öğrencileri için sürekli başvuru kaynakları.

80.yaşını saygıyla selamlarken, aklına, yüreğine sağlık, ömrüne ve kalemine bereket diliyorum…

KAYNAKÇA

Akıncı, Uğur; Belkıs, Özlem; Buttanrı, Müzeyyen; Erkek, Hasan; Nutku, Özdemir; Tekerek, Nurhan; Yüksel, Ayşegül, Türk Tiyatrosu, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları, 3.B., Eskişehir, 2015.

Elmas, Filiz; Şener, Sevda; Yüksel, Ayşegül, Memet Baydur’un Ardından, Elveda Dünya, Merhaba Kainat, 1.B., Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2002.

Yüksel, Ayşegül, Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar, 1.B., Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 1997.

Yüksel, Ayşegül, Dram Sanatında Ezgi ve Uyum, 1.B., Alkım Yayınevi, İstanbul, 2004.

Yüksel, Ayşegül, Dram Sanatında Sınırları Zorlamak, 1.B., Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2013.

Yüksel, Ayşegül, Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni, 1.B. Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2019.

Yüksel, Ayşegül, Haldun Taner Tiyatrosu, 1.B., Habitus Yayıncılık, İstanbul, 2013.

Yüksel, Ayşegül, Samuel Beckett Tiyatrosu, 1.B., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992.

Yüksel, Ayşegül, Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar / Uzun Yolda Bir Mola, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2011.

Yüksel, Ayşegül, Sahneden İzdüşümler, 1.B., Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2000.

Yüksel, Ayşegül, Yapısalcılık ve Bir Uygulama, Melih Cevdet Anday Tiyatrosu, 1.B., Gündoğan Yayınları, Ankara, 1995.

Yüksel, Ayşegül, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., Habitus Yayınları, İstanbul, 2017.

DİPNOTLAR

[1] Ayşegül Yüksel, Yapısalcılık ve Bir Uygulama, Melih Cevdet Anday Tiyatrosu, 1.B., (Ankara; Gündoğan Yayınları, 1995), s.11.

[2] Ayşegül Yüksel, A.g.e., s.17.

[3] Ayşegül Yüksel, A.g.e., s.17.

[4] Ayşegül Yüksel, Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu, 1.B., (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1995), s.8.

[5] Ayşegül Yüksel, Haldun Taner Tiyatrosu, 1.B., (İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2013),  s. 21.

[6] Ayşegül Yüksel, Haldun Taner Tiyatrosu, 1.B., (İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2013), s.90.

[7] Ayşegül Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu, 1.B., (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1992), s.113.

[8] Ayşegül Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu, 1.B., (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1992), s. 110.

[9] Ayşegül Yüksel, Dram Sanatında Ezgi ve Uyum, 1.B., (İstanbul: Alkım Yayınevi, 2004), s.9.

[10] Ayşegül Yüksel, Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar / Uzun Yolda Bir Mola, (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2011), s.284.

[11] Ayşegül Yüksel, Türk Tiyatrosu Üstüne Notlar / Uzun Yolda Bir Mola, (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2011), s.284.

[12] Ayşegül Yüksel, Dram Sanatında Sınırları Zorlamak, 1.B., (İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2013), s10.

[13] Ayşegül Yüksel, Dram Sanatında Sınırları Zorlamak, 1.B., (İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2013), s10.

[14] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 15.

[15] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 15.

[16] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 15.

[17] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 23.

[18] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 23.

[19] Ayşegül Yüksel, William Shakespeare, Yüzyılların Sahne Büyücüsü, 1.B., (İstanbul, Habitus Yayınları, 2017), s. 39.

[20] Prof. Dr. Cevat Çapan

[21] Ayşegül Yüksel, Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni, 1.B. (İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2019), s. 57.