"887" KANADA’NIN BÖLÜNMÜŞ TARİHİNE VE ROBERT LEPAGE’IN GEÇMİŞİNE BİR YOLCULUK / HAFIZAYI BİRLİKTE İNŞA ETME SANATI OLARAK TİYATRO

"887" KANADA’NIN BÖLÜNMÜŞ TARİHİNE VE ROBERT LEPAGE’IN GEÇMİŞİNE BİR YOLCULUK /  HAFIZAYI BİRLİKTE İNŞA ETME SANATI OLARAK TİYATRO

"887" KANADA’NIN BÖLÜNMÜŞ TARİHİNE VE ROBERT LEPAGE’IN GEÇMİŞİNE BİR YOLCULUK /

HAFIZAYI BİRLİKTE İNŞA ETME SANATI OLARAK TİYATRO1

Ayşe Draz

2018

Tiyatroyu hem bir hikaye anlatma sanatı hem de performans sürecinde kendine has teatral araçları kullanarak şimdiki zamanda illüzyonlar yaratan veya seyircinin içine dahil edildiği olaylar, deneyimler inşa eden bir sanat dalı olarak tanımlayabiliriz. Kabaca, izlediğimiz bir yapıtın aktardığı hikâye, mesele edindiği konu veya tema onun içeriğini, hikâyeyi veya meselesini nasıl bir performans dili kurgulayarak aktardığı ise onun biçimini oluşturur. İçerik var olan bir metinden, gerçek hayattan, hayal âleminden veya olasılıklar evreninden ödünç alınmış, hatta tiyatronun ne olduğunu/olabileceğini meta bir düzlemde sorguluyor olabilir; biçim ise içeriği, bazen ona farklı bir açıdan bakışı mümkün kılacak şekilde uyum veya seçilmiş bir karşıtlık içinde aktarmayı tercih edebilir. Bir yapıt, bazen içeriği, bazense biçimi ile ön plana çıkabilir; bazen bir yapıtın biçimi ilgi çekici, etkileyici ve eğlendirici olmakla birlikte içeriğinin zayıflığı nedeniyle izleyicisinde bir boşluk hissi yaratabilir ya da tam tersi, içeriğinin gücüne rağmen biçiminin yeterince özenli bir şekilde tasarlanmamış veya ustalıkla icra edilmemiş olmasından ötürü izleyiciyi tatmin etmekten çok uzak kalabilir. Başyapıtlar ise genellikle hem içerik hem de biçimi birbirlerinin hizmetine vererek insana, hayata ve tiyatroya dair yeni bir farkındalık kazandırırlar izleyicilerine, bir yandan onları unutamayacakları bir deneyimin parçası kılarken.

Öte yandan tiyatro, özünde, izleyicisinden inanmamazlığın gönüllü olarak askıya alınmasını[1] talep eder. Sahnede hikâyeleri aktarılan karakterlerin aslında birer (ve bazen de tek bir) oyuncu tarafından bedene getirilmekte olduğunu, sahnede deniz illüzyonunu yaratanın aslında dalgalanan basit bir kumaştan ötesi olmadığını bilir izleyici. Ancak gene de ona aktarılan hikâyenin kendisini gerçek bir olaya şahitlik ediyormuşçasına dinlemeye, izlemeye devam eder. Aktarılan lineer veya kurmaca bir hikâye olmadığı takdirde bile izleyici gene de karşısında beliren performansçının yaptıklarına inanmak üzere gider izleyeceklerini izlemeye, deneyimleyeceklerini deneyimlemeye; ortak bir deneyimin parçası olmayı kabul etmek bile karşı tarafa duyulan bir güven ve bu güvenin koşulu olarak bir tür inanç gerektirir; bunun sırrı ise çoğu kez performansçının yaptıklarını ne kadar dürüst bir şekilde yaptığında saklıdır. Bazı dönemlerde (ve hala bugün bazı yaklaşımlarda) tiyatro kendi kurmaca yapısını saklamaya çalışmış, kendisini gerçek hayattan bir kesit gibi sunmaya çabalamış olsa da aslında izleyici her zaman bir tiyatro izlediğinin farkında ve bilincinde olmuştur. Bazıları tiyatro izleyicisini pasif alımlayıcı olarak tanımlamış olsa da o aslında her zaman özgürleşmiş bir seyirci, hatta kendisi bir hikâye anlatıcısı olmuştur[2]. İzleyici hem ‘inanmamazlığı’ askıya alarak ilk adımı atar, hem de ona aktarılan hikâyenin inşasında veya paylaştığı deneyim sürecinde aktif bir rol oynayarak son noktayı koyar. Yakın dönemde moda olmuş hiper-gerçekçi ve doğalcı sahnelemelerde bile izleyici hem bir yandan hikâyenin içinde kaybolmak arzusuyla salona girer, hem de nihayetinde ona hikâyeyi sahnedeki oyuncuların nasıl aktardığından, bu aktarımın ardındaki virtüözlükten zevk alarak  -veya sıkılarak- neticede oyuncularla beraber bir yolculukta yol alarak ya da yarı yolda bırakılarak salondan ayrılır. Çoğu çağdaş sahnelemede gerçek-miş etkisi yaratan illüzyondan, başka bir insan/zaman/ mekânı temsil etmekten (representation) ve anlamdan vazgeçilmiş olsa da tiyatro gerçek bir etki yarattığı ve izleyicisine hakiki bir deneyim yaşattığı takdirde ancak izleyiciyi kendisine inandırabilir. İllüzyonların yıkıldığı, temsilin sorgulandığı ve anlam inşa etmekten vazgeçildiği bir çağda tiyatro, onu belli bir kalıbın içine hapsederek yok etmeye teşebbüs eden tüm saldırılara rağmen (performans sanatı bu anlamda bir dönem başı çekmiştir) düşmanın silahını kendisine mal ederek evrim geçirmiş, sınırlarını esneterek farklı gerçeklikler ve çeşitli gerçek deneyimler yaratarak kendisine inandırmaya devam etmiştir.

Bu sene tiyatro festivaline gelen yabancı yapımlardan biri, benim Yanık (Incendies) adlı daha sonraları sinemaya da uyarlanmış tiyatro metninin yazarı olarak tanıdığım Wajdi Mouawad’ın yazıp sahnelediği tek kişilik gösterisi Yalnız (Seuls) idi. Oyun çoğu İstanbullu izleyici tarafından büyük bir ilgi ve beğeni ile karşılandı; ardından çok nitelikli eleştiri ve izlenim yazıları yazıldı.[3] Ancak itiraf etmeliyim ki ben oyundan diğerlerine göre çok daha az etkilenerek çıktım, hatta belki biraz da sıkıldım. Ardından yazılan yazıları ve oyuna dair yapılan tespitleri okurken çoğu beni geriye dönük olarak ikna etmiş olsa da, ne kadar çabalarsam çabalayayım salonda oturduğum o iki saat boyunca ara ara epey sıkıldığımı unutmam bir türlü mümkün olmadı. Oyunun gerek hikâyesinde gerek sahne uzamını yaratma kurgusunda Mouawad’ın gerçek hayatta da öğrencisi olduğu Lepage’a yapılan referanslar ise, geçen yaz Amsterdam’da epey etkilenerek izlediğim Lepage’ın 887 adlı tek kişilik ve otobiyografik gösterisi üzerine bir türlü tamamlayamadığım yazımı tamamlamama vesile oldu.

Kanadalı yönetmen Robert Lepage’ın 887 adlı yapıtı üzerine kaleme aldığım bu yazıya tiyatroya dair bazı tespitlerimi paylaşarak başlamamın sebebi Lepage’ın aralıksız iki saat süren bu performansından çıktıktan sonra bana sadece konu edindiği hafıza mekanizmasını, çocukluğunu ve çocukluğunun Quebec’ini değil aynı zamanda tiyatronun ne ve nasıl olduğunu düşündürmüş olması. Bu soruya yukarıda paylaştıklarıma bakarak sakın benim kesin yanıtlarım olduğu sanılmasın çünkü tiyatro her şeyden önce ‘yaşayan bir sanat’ ve tiyatroya dair bazı dönemlere ait belli tespitlerde bulunmak mümkün olsa da, onu kesin sınırlarla çizilmiş kalıpların içine hapsetmek doğasına ihanet etmek olur.

Kanadalı yazar-yönetmen (hem tiyatro, hem sinema) ve oyuncu Robert Lepage[4], 1980’li yıllardan beri sahnede teknik ve teknolojik yenilikleri yaratıcı bir biçimde kullanması ve ustalıklı bir hikaye anlatıcısı olması ile ön plana çıkan çok önemli çağdaş bir tiyatro adamı.  Hatırlayanlar olacaktır, Lepage ve topluluğu Ex Machina,[5] Needles and Opium adlı yapıtlarıyla maalesef yirminci İstanbul Tiyatro Festivali’nin programında yer almalarına rağmen kendilerince haklı sebeplerden ötürü İstanbul’a gelememiş ve ilk defa bir Lepage oyunu izleyecek İstanbullu tiyatro severleri bu zevkten mahrum bırakmışlardı.[6] Lepage’ı tiyatro dünyasında sık sık bir sahne sihirbazı olarak tanımlıyorlar ve ben Lepage’ın neden böyle tanımlandığını, yıllar önce izleme imkânı bulduğum ve iki kardeşin hikâyesini bir çamaşır makinesinin içine girip izleyenleri de uzay boşluğunda bir yolculuğa çıkararak aktardığı The Far Side of the Moon adlı tek kişilik performansını izlediğimde anlamıştım. En son ise, bu yaz Holland Festivali kapsamında Amsterdam’da bir diğer solo gösterisi 887 adlı oyununu izledim. 887 hafıza mekanizmasının derinliklerine, bilinçaltına doğru çıkılan, kişisel olanın kolektif olanla kesiştiği bir yolculuk.

Lepage, kendi kişisel tarihinden, 1960'lı yıllarda Quebec ulusalcılığının canlanmasıyla çakışan bir çocukluğun anılarından, taksi şoförlüğü yapan babasının parçası olduğu işçi sınıfının Quebec’te bağımsız bir Fransız hükümeti kurma çabalarından söz ettiği hikâyesinde,  hatırladıkları ve unuttukları üzerinden hem Kanada’nın yakın tarihine hem hafıza mekanizmasına, bilinçaltına hem de tiyatronun bir hatırlama sanatı olarak işlevini nasıl yerine getirebileceğine ışık tutuyor. Hikâyesine, önemli bir edebiyat ödül gecesine davet edilmesinin ardından oyuncu olmasına rağmen ezberlemesi istenen şiiri[7] ezberleyememesini anlatarak ve bununla nasıl başa çıkmaya çalıştığını aktararak başlıyor. Oyunun en sonunda şiiri ezberleyebilmesini mümkün kılan şey ise kişisel ve toplumsal amnezinin dehlizlerinden geçerek Kanada’nın bölünmüş tarihine ve kendi kişisel geçmişine doğru yaptığı ve izleyiciyi de beraberinde çıkardığı bir yolculuk oluyor. Bunu da mizah ve kendisiyle bile olsa alaycı damarını elden bırakmadan gerçekleştiriyor Lepage. Öğreniyoruz ki oyuna adını veren 887, küçükken Lepage’ın annesi-babası, iki kardeşi ve bir süreliğine Alzheimer olan babaannesi ile birlikte oturdukları Quebec‘teki dairenin numarası. Hikâye, hafızanın kendisi misali geçmişle gelecek arasında sürekli gidip geliyor; izleyici kendisini kâh 2010 yılında şiirini ezberlemeye çalışan Lepage’ın mutfağında kâh 60’li yılların Quebec’inde buluveriyor. Bir bakmışız ailesini geçindirmek için taksicilik yapmak zorunda kalan eski denizci ve cankurtaran,  gururlu ve yakışıklı babasını, babaannesini kaybettikten sonra taksisinde ağlayarak sigara içerken izleyen çocuk Lepage’ı şimdi de biz ‘izliyoruz’.

Aktarılan, daha doğrusu ‘hatırlanan’ ve ‘hatırlatılan’ kişisel ve kolektif hikâyeler kadar Lepage’in nasıl bir sahne dili kurguladığı ve sahne uzamı yarattığı da ön plana çıkıyor.  Sahne üzerinde dönen ve her yüzeyi ile izleyiciyi başka zamanlara ve mekânlara götüren bir küpten oluşuyor sahne tasarımı. Bazen pencerelerinde komşuların animasyonlarının belirdiği dev bir bebek evi, bazen Lepage’in mutfağı, bazen taksici babanın Coca Cola’sını yudumladığı bir barın tezgâhına dönüşüveriyor bu küp. Adeta hafızanın kendisini temsil eden bir hafıza sarayı (memory palace). Öte yandan Lepage ölçekle oyunlar oynamayı seviyor; hem bir çocuğun hem bir yetişkinin perspektiflerini sahne üzerinde tersyüz ederek bizlere gösteriyor;   Kanada’nın geçmişi ile ilgili bir sahnede Charles de Gaulle minyatür oyuncak bir arabanın içinde beliriveriyor tarihi konuşmasını yapmak üzere; Lepage'ın üst cebinden bir konuşma yapmak için çıkarttığı küçük bir kukla, akıllı cep telefonu aracılığıyla projeksiyon ekranında dev boyutlara ulaşıveriyor. Tüm bu illüzyonları gerçekleştirirken Lepage, illüzyon mekanizmalarını şeffaflaştırarak, izleyiciyi onların inşasına dahil etmek bir yana adeta izleyicinin aktif katılımı olmadan onların var olamayacağının altını çiziyor; izleyiciyi meta düzlemde tiyatroya dair birlikte düşünmeye davet ediyor. Yerde bir ray üzerinde yürüyen küçük asker botunun içinde ne bir asker, ne de bir ayak olmadığını görüyoruz, ama onu belli bir açıdan çekip ekrana yansıtınca onun (yere düşmüş küçük bir çocuk karşısında) korkutucu bir biçimde ayakta duran asker olduğu illüzyonunu hep beraber, hem de bu süreçten büyük zevk alarak inşa ediyoruz. Lepage[8] sadece yaptıklarıyla değil, neyi nasıl yaptığını göstererek zekâsıyla da bizi kendisine hayran bırakan bir sahne sihirbazı.

Son zamanlarda birlikte çalışmış olmaktan büyük keyif aldığım ve kendisinden çok şey öğrendiğim Semih Fırıncıoğlu’nun[9] tiyatro ve gösteri sanatlarına dair önemli bir tespiti var; tiyatronun (ve aslında her türlü sanatsal etkinliğin) nihayetinde kolektif yapılan ve iletişim amaçlı özgür bir oyun alanı sunduğu ve de tiyatro yaparken ‘ne sonuç vereceğinden endişe ederek değil ne sonuç vereceğini merak ederek' işe koyulmamız gerektiği. Lepage da, provalarını sürekli seyirci katılımına açıp onlardan gelen geri bildirimlere göre oyunlarını değiştirip dönüştüren ve de izleyicisinin kaybolmaması için sürekli onu kolladığından söz eden bir yazar, yönetmen ve oyuncu olarak kesinlikle bu anlamda (hiçbir zaman onun ölçeğine erişemesek bile) örnek alabileceğimiz bir tiyatro adamı.

1 Bu yazı, Art Unlimited dergisinin online yayını için yazılmış olup, ilk defa 2018 yılında yayınlanmıştır.

[1] Hem şair hem de estetik kuramı üzerine çalışmalar yapmış olan Samuel Taylor Coleridge, kurmaca bir anlatının fantastik dahi olsa, içine insana dair bir unsur katıldığı ve hakikate benzerlik taşıdığı takdirde, okuyucusunun anlatının inandırıcı olmadığına dair yargısını askıya alacağından söz eder ve bunu  ‘the willing suspension of disbelief’ olarak tanımlar.

[2] Jacques Ranciere’in Özgürleşen Seyirci adlı yapıtı, seyircinin içkin olarak üretken konumuna dair kafa yormak isteyenlerin başvurabileceği önemli bir kaynaktır.   

[3] Art Unlimited’de yayınlanan Melike Saba Akım’ın Mouawad/Lepage yazısının (https://www.unlimitedrag.com/single-post/Katharsis-hala-mumkun) yanı sıra benim aklıma gelen diğer yazılar: Mehmet Kerem Özel’in yazısı: https://danzon2008.blogspot.com.tr/2017/12/bir-duvarn-iki-yuzundeki-yalnzlklar.html, Yeşim Özsoy’un yazısı: http://www.gazetemustehak.com/yesim-ozsoy-festivalin-ardindan-sorular-deneyimler-ve-dusunceler/

[4] Lepage ile geçmişte gerçekleştirilmiş bir röportajın Mehmet Kerem Özel tarafından yapılan kısmi çevirisine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:  https://danzon2008.blogspot.com.tr/2013/11/yaknplan-robert-lepage.html

[5]  Topluluğa dair daha detaylı bilgi için: http://lacaserne.net/index2.php/exmachina/

[6] Oysa Lepage’ın yönetmenliği yaptığı bazı filmler daha önce İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti.

[7] Michele Lalonde’nin 1968 yılında İngiliz emperyalizmine karşı dilsel bir direniş olarak yazdığı ve başlığını İngilizce konuşan Kanadalıların başka dillerde konuşan Kanadalıları aşağılamak için kullandıkları “Speak White” tabirinden alan şiir. Ayrıca eskiden Amerika’da tarlalarda çalışan köleleri patronları kendi anlamadıkları bir dilde konuşmamaları için  ‘Speak White’ (Beyaz Konus)  diyerek uyarmaktaydılar.  https://anarchopragmatisme.wordpress.com/2009/09/30/speak-white-par-michele-lalonde/

[8] Lepage’a tüm bu illüzyonlarda eşlik eden sahne ekibi de oyunun görünmez oyuncuları.

[9] Gösteri sanatlarına dair yazılarına göz atmak isteyenler için; şiddetle tavsiye ederim; https://performansfikri.com

 

 


Daha fazlasi icin..